6 Aralık 2012 Perşembe

(ucuz) İş (gücü) Dünyası

Bu iş arama sürecinde tekrar tekrar nefret ettim bu sistemden ve içine sıkışmış olmaktan. Süreç klasik önce cv ile başvuruyorsun, iş ilanında bi bok sandığın işler seni bazen görüşmeye çağırıyorlar bazen hiç gerek bile duymuyorlar. Neyse gidiyorsun görüşmeye iş gerçekten boktan ama dünyanın en iyi işiymiş gibi, matahmış gibi seni sorguluyorlar, yetkinliklerini, yeteneklerini. Bi de küçümser bi bakış. Hey allahım!
Yaptıkları sanki dünyanın en zor işi. Allah aşkına bi gidin ya diye bağırasım geliyor suratlarının tam ortasına. Siz kendinizi ne sanıyorsunuz diye böğüresim geliyor.
İnsanların bu sistemde kendilerini acayip işler yapıyormuş hissiyatına kapılmaları sanırım kendilerini tatmin etme yöntemleri. Çünkü işe yeni girenleri resmen sömürmeye dayalı bir sistem olduğundan maaşlar çok ama çok düşük. Parayla tatmin olamayınca bari işim çok önemliymiş gibi davranayım diyor insanlar sanırım. İşçilere çok az para verip sömürmeye çalışan fabrikatörlerin yerini bugün şirket sahipleri aldı. Mantık aynı: ucuz iş gücüne sahip olma. Eskiden işin doğası vücut ve kas gücüne dayalı iken şimdi akıl gücüne dayalı. Ama ucuza işçi çalıştırma prensibi aynı. İş dünyası aslında ucuz iş gücü dünyası.
Bu sistemde var olmak sabır işi, biliyorum. Biraz sabredersen yükselirsin dertler azalır, biliyorum. Ama bunu sanki onların sunduğu bir özellik gibi göstermeleri sinir ediyor beni. Ben hangi işe girsem yükselirim zaten, o sizin şirketinizin bir özelliği değil ki, benim özelliğim.
Dedim ya aslında biraz sabır işi. Biraz da kabulleniş. Asileştikçe yoruluyorsun, üzülüyorsun çünkü. Bu yüzdendir son zamanlardaki genel mutsuzluğum.

29 Kasım 2012 Perşembe

İç konuşmalar

İçimden konuşmaktan yoruldum. İçimdeki çok sesli koronun birbirini tutmayan sesleri, dizginlenmeyen şımarık çıkışları, birbirini tutmayan ahenksiz konuşmaları beni her gün daha da yoruyor.
Bunu  üstüne bir de karşımdaki insana tam olarak söylemeye çalıştığımı anlatamamak ve bunu da içimde tutup kendi kendime konuşup monologlar yazmak beni gerçekten çok yoruyor. Buraya yazmasam 'çıldırıyorum' hissiyatı geliyor miskin miskin çöküyor kafamın üstüne. Bir eli de göğsümün üstünde tüm ağırlığını veriyor utanmadan. Nefesim kesik, kafam ağır..
Neyse ki yazıyorum.

Paralize Aşk

Hayatımda mutlu olmayı maksimum isteyip de minimum elde ettiğim dönemleri geride bırakmak ümidiyle...
Şimdi biraz sevgiden, aşktan, tutkudan bahsedip, sarhoş olalım, beynimizi uyuşturalım. Marx yanlış demiş, din değil beyinleri uyuşturan, aşkın ta kendisi.


Ben hiç bu kadar saf olmamıştım
Kendimi bu kadar zor anlatmamıştım.
Bu kadar tutulmamıştı dilim.
Ne sözüm yarımdı önceden ne de lisanım
Ne eksik, ne de fazlaydı saydıklarım

Seninleyken unuttum kelimeleri
Uğruna savaştığım düşüncelerimi
Beni ben yapan yönlerimi
Beni o yüzden sevdiğin her şeyimi.
Elimde değil elimden kayıyor varlığım
Tutamıyorum ve tekrar var olamıyorum
Tekrar eskisi olamıyorum
Beynim uyuşuk ve sarhoş
Git gide içine çekiliyorum bu karalığın, nahoş.

Allahım nasıl bir haldir bu
Elim kolum bağlı paralize aşk durumu
Kurtulmak ne mümkün
Kurtulmak ne acı
Kurtulmak ancak olur sürgün

MWMW



Temiz Bir Kafa Diliyorum

Uzakta kalan birkaç görüntü düşüyor bazen gözümün önüne, yakınlaşınca netleşir sandığım. O zaman anlarım işte o zaman çözerim sandığım. Yanılmadan birgün geçmezken bunda ıskalamak ne mümkün. Anlamaya çalışıyorum, ayırt etmeye çalışıyorum, renkleri, sesleri, çizgileri... Belki bir kısmını anlarım o zaman gerisi gelir diye. Tuttuğun yerlerin yavaş yavaş eridiğini görürsün ya işte öyle. Bir buz parçasına dokunduğunda, her dokunuşunda özelliğinden, orijinal varlığından bir şeyler kaybeder. Bu görüntüler de uzakta bulanıklar, yakında dokunulmaz.

Yıllar önce yaşadığım mutsuz bir gün. Bir hafta önce başıma gelen bir olay. Bir saat önce boğazıma takılıp kalan hıçkırıklar. Beş dakika önce aldığım çirkin bir haber. Hepsi şimdi sansürlenmiş filmler gibi arşivdeler alt beyinde. Bulanık ve anlamsızlar. Hep öyle kalsınlar isteğim gerçekte, gelin görün ki zaman zaman arşivler isteyerek ya da istemeyerek karıştırılıyor. Birden yakınlaşan bu görüntüler hem bulanıklığını koruyor hem de merak uyandırıyor. Merak insanı yer bitirir. Öğrenmek ister illaki insan. Bunlar aslında kendi başından geçen şeyler olsa da didik didik sorgulamak, en ince ayrıntısına kadar hatırlamak ister. Kendimizi fotograflara bakarken buluruz devamlı, ya da yazdığımız eski yazılara, ya da ordan burdan aldığımız hatıra niyetiyle topladığımız ıvır zıvırlara. Sanki şuanki hayatımıza bir faydası varmış gibi özenle unutmaya çalıştığımız, uğraştığımız şeyleri bir de hatırlamak için uğraşırız. Anlamak, çözmek ve sonlandırmak istiyoruz ya içimizdeki sıkıntıları, daha önceden özenle kaldırdığımız hatıralar sızıntı yapmaya başlıyor ya yıllar geçtikçe, içimizde bir cesaret ya da umut, deşelemeye başlıyoruz.

 Hatırlamaksa sabır işidir, her zaman başarıyla sonlanmaz. Aceleci davranırsan elinde kalır küçük küçük parçalar, toplamda bir anlamı olmayan bağımsız ve erimiş,  parçalanmış parçalar.

Dedim ya uzakta kalan görüntüler var gözümün önünde genellikle rüyalarımda az az belirginleşen. Netleşmek gibi bir niyetleri olmayan, aklımı daha da bulandıran görüntüler, sesler, hisler. Uzaktalar hissiyatı verip aslında ensemde nefeslerini devamlı hissettiğim anılar, anlar...

Her şey filmlerde güzeldir ya keşke Sil Baştan teknolojisine ulaşsam ve bu bulanıklıklardan tamamiyle kurtulsam. Aklımı yüklerinden kurtarsam. Temiz bir kafa temiz bir dünya istiyorum kendim için. Tertemiz... Lekesiz ve berrak...



24 Temmuz 2011 Pazar

BirAn "O An"

Herkese, beni üzen, üzmeyi denemiş herkese çok kötü şeyler yapabilirim. İçimdeki bu kötü tarafı ve potansiyelini çok iyi biliyorum. Biliyorum ve korkuyorum. Karanlığın hırçınlaşmasından, şiddetinin şevkini durduramamaktan. Korkuyorum sonra yaptıklarımdan pişman olmaktan. Bu yüzden hep evcil tutuyorum kendimi, kafeslerde tutuyorum o ehlileşmemiş, pis halimi. Ama zaman zaman şöyle gün ışığına çıkarıp yeri göğü inletsin öyle istiyorum ki! Herkesi dize getirsin.

İçimdeki bu manyak, bu sapık ruhu özgürce bırakıp, içime attıklarımı bir kere de dışarı yansıtmak. Normal halimin altındaki bu manyaklık her daim kontrol altındayken ne kadar da yoruluyorum halbuki. İşte "herkesce onaylanan" olabilmek için kontrol altında tutuyorum. Ne acı insanın içindeki sesleri susturması, ne kadar zor.
İnsan olmanın gereği diyorlar zaman zaman buna, yoksa medenileşmiş, civilize olmuş insanlar olamazmışız. Öyle her aklımıza geleni yaparsak toplumda anormal kaçacak, o zaman düzen mi kalırmış.

Var ya yemişim düzeni de, sistemi de, toplumsal baskıları da. İçim acırken var mı ötesi. İçimdeki sesler beni sağırlaştırırken, gözümün önüne gelen görüntüler kör ederken, toplumun benim hakkımda ne düşündüğünü nereme takarım ben sizce. Evet orama bile takmam!

Bu gün bir an geldi ki, sustum, içimdeki sesler çıksın ortaya diye. Çoğu hırçın sesler çıkarıyor, çığlık çığlığa bağırıyorlar, içimden çıkmak için baskı yapıyorlar durmadan. Başımın ağrısı amansız bu sesler dışarı çıkmadan. O an ne yapacağımı bilemedim, kime yansıtabilirim ki bu şiddetli öfkeyi. Kime? Kendime? O'na? En yakınımdakilere? En uzağımdakilere? O an karar verdim öfkemin tadına bakacak şanslı şahsiyete. Sen! Okuyan olsun olmasın şu anda bu öfkeyi gören öfkemi alacak, öfkemi yazarken kusuyorum. Daralan ruhum, genişliyor. Yine imdadına yetiştin. Kimse bilmese de görmese de belki bu yazıyı, ben öfkemi sundum sana bu yazıda. Suçsuzdun sen, ben de değildim bu kadar acıtılırken kalbim, ben de suçsuzdum. Hepimiz zaman zaman birilerinin hareketlerinden acıtılırken, bir başka kişiyi yine biz de acıtıyoruz. Giriyoruz bu döngüye çıkamıyoruz.

İşte o an sen okuyan öfkemin tadına baktın, işte o an ben beni acıtanı sana yansıttım. Açık ve seçik değil, ama hayatta ne açık ve seçik ki?

BirSabah BirGece

Sıkıntılı başlayan gün zaten sıkıntılı başlayacağa benziyordu geceden. Sabahlamaya alışkın olmayan bünye kendini yatağa bıraktığında saat 6yı çoktan geçmişti. Sabah 12 sularında başladı gün bu yüzden. İçkiyi fazla kaçırınca uykum da kaçar çoğu zaman yine öyle oldu, her iki saatte bir uyanmam en sonunda içimi sıktı ve en sonunda 12de elimde kitabım koltuğuma uzandım.
Dedim ya sıkıntılı başladı gün, zinde uyanmadım, bir sıkıntı içimde. Anlayamadığım, anlasam da anlatamadığım. Bir şey yemek istemedim. Bir şey yapmak istemedim. Oturdum kitap okudum, not aldım. Sıkıcıydım. Sıkıntılıydım.
Devam ettim güne sıkıntıyla. Elimdeki kitap, var olan sıkıntıma sıkıntı ekledi, dağ oldu, volkan oldu patlayamadı, gerildi içim. "Siyah Süt" Elif Şafak'tan, içim siyaha büründü her sayfada. Ama bırakamadım, içimdeki sıkıntı müptelalık nüksettirdi sanıyorum.
Devam ettim güne sıkıntıyla. Televizyondaki haberler sıkıntıma sıkıntı ekledi. Norveç'teki patlamalar, PKK ve askerlerin ölümleri, şike soruşturmaları. Sıkıntı çoğaldıkça çoğaldı, siyah artık zifirdi. Zefirler zifire döndü uğultularımdaki.
Devam ettim güne sıkıntıyla, günden geceye dönerken zaman. En sevdiğim sanatçının ölüm haberini aldım, üzüldüm hem de çok. Amy Winehouse da artık 27 Club üyesi olup da efsaneleşirken benim içim daha da karanlıklaştı. "I go back to black" dinlemek mutlu ederdi nedensiz beni, şimdi ise içimi ziftle doldurdu, yapış yapış, kapkara bir duygu.
Geceye devam ettim sıkıntıyla. Manzaraya gidip içmek, karanlığına karışıp manzaranın, iyi gelir dedim. İçimle dışarısı aynı renk olursa, fark azalırsa ben ve dış dünyayla, sıkıntım diner belki dedim. Dinmedi.
Eve döndüm sıkıntıyla. Koltuğumda yerimi aldım, bilgisayar başında. Anlamsız şeyler yaptım dakikalarca.
Şimdi iyiyim, yazıyorum ya. Sıkıntım hafifledi biraz da olsa. Her zamanki gibi yazmak iyi geldi. Yazıp içimden akıtmak. Akıttıkça hafiflemek.

17 Temmuz 2011 Pazar

BirGün

Sabah erken kalmaktı amacım ama yine yenildim yatağıma, yastığıma. Saat 11i 20 geçiyordu. İlk düşündüğüm o saate kadar simitin çoktan biteceğiydi. Bu düşünceyle yan taraftaki fırına gitmek daha da gereksiz gözüktü, ama yine de gittim. Bitmişti. Kilolarımı umursamayı bırakalı çok oldu ama kalan kepekli simitlerden aldım. Her zamanki kaderim geç kalmak ve arta kalanları almak. Yapacak bir şey yok diye elimde kepekli simitle eve döndüm. Apartman girişindeki camda yansıyan görüntüme takıldı gözüm. Böyle dışarı mı çıktın Meltem dedim. Yapacak bir şey yok dedim elimde anahtarım açtım kapıyı. Televizyonda neler var diye açmaya yeltendim, kumandayı aldım elime, televizyon itaatsizlikte bir numara, direniyor. Kurcalarken televizyon da yoruldu ben de nasıl beceriyorsun elinin değdiği her şeyi bozmayı Meltem dedim. Yapacak bir şey yok dedim elimde çayım televizyonsuz devam ettim kahvatıya.
Televizyona bir bakış attım kahvaltıdan sonra, bir kere daha denemeye karar verdim şansımı. Tuttu. Televizyon her zamankinden daha da sıkıcı. Magazin manyağı kanallar. Bir Yeşilçam klasiği buldum sonra, Hayat Sevince Güzel. Ya dimi, hayat sevince güzel. Öyle. Hayat sevene güzel, sevilene güzel.
Filmi bitirdim. Elimde kitabım “Tutunamayanlar”, bir dikiş tutturamayanlar, koltukta yerimi aldım. Bu koltuğu seviyorum.