24 Temmuz 2011 Pazar

BirAn "O An"

Herkese, beni üzen, üzmeyi denemiş herkese çok kötü şeyler yapabilirim. İçimdeki bu kötü tarafı ve potansiyelini çok iyi biliyorum. Biliyorum ve korkuyorum. Karanlığın hırçınlaşmasından, şiddetinin şevkini durduramamaktan. Korkuyorum sonra yaptıklarımdan pişman olmaktan. Bu yüzden hep evcil tutuyorum kendimi, kafeslerde tutuyorum o ehlileşmemiş, pis halimi. Ama zaman zaman şöyle gün ışığına çıkarıp yeri göğü inletsin öyle istiyorum ki! Herkesi dize getirsin.

İçimdeki bu manyak, bu sapık ruhu özgürce bırakıp, içime attıklarımı bir kere de dışarı yansıtmak. Normal halimin altındaki bu manyaklık her daim kontrol altındayken ne kadar da yoruluyorum halbuki. İşte "herkesce onaylanan" olabilmek için kontrol altında tutuyorum. Ne acı insanın içindeki sesleri susturması, ne kadar zor.
İnsan olmanın gereği diyorlar zaman zaman buna, yoksa medenileşmiş, civilize olmuş insanlar olamazmışız. Öyle her aklımıza geleni yaparsak toplumda anormal kaçacak, o zaman düzen mi kalırmış.

Var ya yemişim düzeni de, sistemi de, toplumsal baskıları da. İçim acırken var mı ötesi. İçimdeki sesler beni sağırlaştırırken, gözümün önüne gelen görüntüler kör ederken, toplumun benim hakkımda ne düşündüğünü nereme takarım ben sizce. Evet orama bile takmam!

Bu gün bir an geldi ki, sustum, içimdeki sesler çıksın ortaya diye. Çoğu hırçın sesler çıkarıyor, çığlık çığlığa bağırıyorlar, içimden çıkmak için baskı yapıyorlar durmadan. Başımın ağrısı amansız bu sesler dışarı çıkmadan. O an ne yapacağımı bilemedim, kime yansıtabilirim ki bu şiddetli öfkeyi. Kime? Kendime? O'na? En yakınımdakilere? En uzağımdakilere? O an karar verdim öfkemin tadına bakacak şanslı şahsiyete. Sen! Okuyan olsun olmasın şu anda bu öfkeyi gören öfkemi alacak, öfkemi yazarken kusuyorum. Daralan ruhum, genişliyor. Yine imdadına yetiştin. Kimse bilmese de görmese de belki bu yazıyı, ben öfkemi sundum sana bu yazıda. Suçsuzdun sen, ben de değildim bu kadar acıtılırken kalbim, ben de suçsuzdum. Hepimiz zaman zaman birilerinin hareketlerinden acıtılırken, bir başka kişiyi yine biz de acıtıyoruz. Giriyoruz bu döngüye çıkamıyoruz.

İşte o an sen okuyan öfkemin tadına baktın, işte o an ben beni acıtanı sana yansıttım. Açık ve seçik değil, ama hayatta ne açık ve seçik ki?

BirSabah BirGece

Sıkıntılı başlayan gün zaten sıkıntılı başlayacağa benziyordu geceden. Sabahlamaya alışkın olmayan bünye kendini yatağa bıraktığında saat 6yı çoktan geçmişti. Sabah 12 sularında başladı gün bu yüzden. İçkiyi fazla kaçırınca uykum da kaçar çoğu zaman yine öyle oldu, her iki saatte bir uyanmam en sonunda içimi sıktı ve en sonunda 12de elimde kitabım koltuğuma uzandım.
Dedim ya sıkıntılı başladı gün, zinde uyanmadım, bir sıkıntı içimde. Anlayamadığım, anlasam da anlatamadığım. Bir şey yemek istemedim. Bir şey yapmak istemedim. Oturdum kitap okudum, not aldım. Sıkıcıydım. Sıkıntılıydım.
Devam ettim güne sıkıntıyla. Elimdeki kitap, var olan sıkıntıma sıkıntı ekledi, dağ oldu, volkan oldu patlayamadı, gerildi içim. "Siyah Süt" Elif Şafak'tan, içim siyaha büründü her sayfada. Ama bırakamadım, içimdeki sıkıntı müptelalık nüksettirdi sanıyorum.
Devam ettim güne sıkıntıyla. Televizyondaki haberler sıkıntıma sıkıntı ekledi. Norveç'teki patlamalar, PKK ve askerlerin ölümleri, şike soruşturmaları. Sıkıntı çoğaldıkça çoğaldı, siyah artık zifirdi. Zefirler zifire döndü uğultularımdaki.
Devam ettim güne sıkıntıyla, günden geceye dönerken zaman. En sevdiğim sanatçının ölüm haberini aldım, üzüldüm hem de çok. Amy Winehouse da artık 27 Club üyesi olup da efsaneleşirken benim içim daha da karanlıklaştı. "I go back to black" dinlemek mutlu ederdi nedensiz beni, şimdi ise içimi ziftle doldurdu, yapış yapış, kapkara bir duygu.
Geceye devam ettim sıkıntıyla. Manzaraya gidip içmek, karanlığına karışıp manzaranın, iyi gelir dedim. İçimle dışarısı aynı renk olursa, fark azalırsa ben ve dış dünyayla, sıkıntım diner belki dedim. Dinmedi.
Eve döndüm sıkıntıyla. Koltuğumda yerimi aldım, bilgisayar başında. Anlamsız şeyler yaptım dakikalarca.
Şimdi iyiyim, yazıyorum ya. Sıkıntım hafifledi biraz da olsa. Her zamanki gibi yazmak iyi geldi. Yazıp içimden akıtmak. Akıttıkça hafiflemek.

17 Temmuz 2011 Pazar

BirGün

Sabah erken kalmaktı amacım ama yine yenildim yatağıma, yastığıma. Saat 11i 20 geçiyordu. İlk düşündüğüm o saate kadar simitin çoktan biteceğiydi. Bu düşünceyle yan taraftaki fırına gitmek daha da gereksiz gözüktü, ama yine de gittim. Bitmişti. Kilolarımı umursamayı bırakalı çok oldu ama kalan kepekli simitlerden aldım. Her zamanki kaderim geç kalmak ve arta kalanları almak. Yapacak bir şey yok diye elimde kepekli simitle eve döndüm. Apartman girişindeki camda yansıyan görüntüme takıldı gözüm. Böyle dışarı mı çıktın Meltem dedim. Yapacak bir şey yok dedim elimde anahtarım açtım kapıyı. Televizyonda neler var diye açmaya yeltendim, kumandayı aldım elime, televizyon itaatsizlikte bir numara, direniyor. Kurcalarken televizyon da yoruldu ben de nasıl beceriyorsun elinin değdiği her şeyi bozmayı Meltem dedim. Yapacak bir şey yok dedim elimde çayım televizyonsuz devam ettim kahvatıya.
Televizyona bir bakış attım kahvaltıdan sonra, bir kere daha denemeye karar verdim şansımı. Tuttu. Televizyon her zamankinden daha da sıkıcı. Magazin manyağı kanallar. Bir Yeşilçam klasiği buldum sonra, Hayat Sevince Güzel. Ya dimi, hayat sevince güzel. Öyle. Hayat sevene güzel, sevilene güzel.
Filmi bitirdim. Elimde kitabım “Tutunamayanlar”, bir dikiş tutturamayanlar, koltukta yerimi aldım. Bu koltuğu seviyorum.