29 Ekim 2010 Cuma

World War 3

Le Monde ve Stern'de yayimlanan ilginc analiz. Sanirim Turkiyedeki gelismeleri bazi Turklerden daha iyi biliyorlar.. .

Ucuncu Dunya Savasi, Turkiye'den cikabilir...

Turkiye, son ve buyuk bir hesaplasmaya dogru gidiyor. Bu ulke korkuldugu gibi irka ya da dine dayali bir bolunme yasamadi. Daha korkunc ve daha temel bir bolunmeyle sakatlandi. Cumhuriyet boyunca suren "kulturel bolunme" artik iyice keskinlesti.

Simdi bir yanda, ayakkabilarini sokak kapisinin onunde cikaran, kadinlarinin basini orttugu, erkeklerinin sokaga pijamayla da cikabildigi, erkek cocuklarinin kahveye gittigi, kizlarinin tam bir baski altinda yasadigi, turkuyle arabesk arasi bir muzikten hoslanan, belki de hic kitap okumamis, hic dansetmemis, hic kari koca birlikte lokantaya gitmemis, hic tiyatro seyretmemis, evlerinde floresan lamba yakan, iyi egitim alamamis, dini inanclari kuvvetli kalabalik bir kitle var.

Diger yanda ise kiz lisesiyle Robert Kolej yelpazesinde egitim gormus, bir dugun salonunda ya da kolej partisinde dansetmis, sinemaya giden, cok fazla olmasa da kitap okumus, muzik zevki pop sarkilarla klasik muzik arasinda dolasan, evi nispeten daha zevkli dosenmis, kizlarin flortune izin verilmese bile goz yumulan, Allah'a inanan ama
ibadete pek aldirmayan, kadinlarinin basini ortmedigi, Sarabin kalitesinden pek anlamasa da kadin erkek bir arada gidilen bir gezmede icki de icmis, gazetelere bakan, magazin haberlerini izleyen, kendini birinci gruba kiyasla cok gelismis hisseden, entelektuel duzeyi cok yuksek olmasa da okumus yazmis, Bati standartlarina yakin bir grup var.

Bu iki grubun yasam tarzi birbirinden kopuk. Onlari, Bati'daki siniflar arasinda ortak bir zevk yaratan kilise muzigi, dini resimler, Incil'in sinemalara bile yansimis hikayeleri gibi birlestirecek kulturel bir zemin yok. Hayatlari, zevkleri, inanislari birbirinden farkli. Hatta birbirine dusmanca.

Birinci grup Cumhuriyet boyunca horlanmis, asagilanmis, itilip kakilmis. Simdi bu grup siyasal olarak orgutlendi. Kalabaliklar. Ve her secimi kazanacak siyasi bir gucleri var artik.

Ikinci grup ise azinlikta. Ve artik bir daha secim kazanma ihtimalleri yok. Bu noktada da tarihi bir paradoks ortaya cikiyor.

Daha Batili olan "ikinci grup", Bati'nin siyasi degerlerini kabul ederse bir daha asla iktidari ele geciremeyecegini bildigi icin Bati'ya ve Bati'nin demokratik degerlerine dusman oluyor. Yasam tarzi olarak Bati'ya dusman olan kesim ise iktidari ancak Bati'nin kriterlerini kabul ederek ele gecirebilecegini bildigi icin Bati'yla iliskileri gelistirmek ve demokrasiyi kabullenmek istiyor.

Bu kulturel parcalanmada "ordu" onemli bir role sahip. Eger, birinci grubu desteklerse ve Bati'nin demokrasisi burada kabul gorurse, ordu da iktidarini kaybedecek.

Aslinda birinci grubun cocuklarindan olusan ordu, kendi iktidarini surdurebilmek icin, kendisine benzemeyen ikinci grupla isbirligi yapiyor. Bir anlamda kendi koklerine ihanet ediyor. Bu iki grup siyasi iktidar icin son kez carpismak uzere hareketlenmis gozukuyorlar.

Birinci grup ekonomik olarak da guclu artik, Anadolu'da uretim yapiyor, "devletle" arasi iyi olmadigi icin malini dis dunyaya satiyor. Para kazaniyor. Siyasi orgutunu destekliyor.

Ikinci grup parasal guc olarak da kuvvetli degil. Dis dunyayla is yapan, disardan borclanan buyuk burjuvazi, Turkiye'nin ancak demokrasiyle normallesebilecegin e inanan entelektuel kesim, devletin yapisinin degismesi ve dunyayla butunlesmesi gerektigini dusunen bir grup burokrat, birinci grubun destekcileri.

Yargi, ordu, burokrasinin onemli bir kismi ikinci grubun arkasinda. Ikinci grup, siyasetle, demokrasiyle iktidari elinde tutmasinin mumkun olmadigini kavradigindan simdi siyaset ve demokrasi disinda bir cozumun pesinde.

Cumhurbaskani secimi kavganin keskinligini ve iki tarafin niyetlerini acikca ortaya koydu. Ordu destekli ikinci grup artik secim de istemiyor icten ice. Ve insanlarin aklindaki darbe istekleri gittikce artiyor. Peki, darbe olursa ne olur?

Yasam tarzi Bati'ya daha yakin olan grup orduyla birlikte iktidara gelir ve Bati'nin destegini kaybeder. Avrupa buna kesinlikle karsi cikar. Amerika her zamanki pragmatizmiyle, Kuzey Irak ve Ortadogu politikalarini desteklemesi karsiliginda darbeyi kabullenebilir aslinda. Ama Amerika'nin onunde de ciddi bir engel var. "Demokrasi getirecegim" diye Irak'i isgal eden bir ulke, dunyaya ve kendi kamuoyuna Turkiye'deki "darbeyi" niye destekledigini aciklayamaz. Ve Irak faciasindan sonra ikinci bir "zorlamayi" gerceklestirecek gucu yok. Istese de istemese de darbeye karsi cikacak.

Silahini ve parasini Bati'dan alan bir ordu ve ulke, Bati'dan koptugunda ne yapacak?

Sanirim uzun zamandir bunu dusunuyorlar ve korkarim bunun cevabini buldular. Turkiye'de darbe olursa, tarihte bugune kadar hic gerceklesmemis yeni bir olusumla karsilasacak dunya. Turkiye, olasi bir darbeden sonra, Rusya ve Iran'la ortaklik kurmak isteyecek. Silahi, enerjiyi ve parayi bu iki ulkeden alacak. Rusya'yla Iran'in elindeki dogal gaz, petrol ve nukleer guc, Turkiye'yi bir sureligine de olsa ayakta tutmaya yeter. Ama Rusya, Turkiye, Iran bloku dunyanin butun dengelerini degistirir. Ortadogu'nun kontrolunu tumuyle ele gecirir. Avrupa'yi kucuk kitasina hapseder. Kafkaslar'i, Afganistan'i, Pakistan'i kendi gucune katar. Musluman dunyayla yakin bir iliski kurar. Petrol kaynaklarina egemen olur. Cin'le isbirligi yapabilir.

Bu gelisme, Avrupa, Amerika ve biraz da Japonya'dan olusan "Bati"nin dunyadaki etkinligini inanilmaz bir bicimde azaltir. Yeni blok asker, enerji ve para acisindan cok guclenir. Boylece, Turkiye'deki catlama dunyada buyuk bir catlamaya yol acar.

Eger Ucuncu Dunya Savasi cikacaksa, sanirim, bu catlamadan cikar. "Asla boyle bir sey olmaz" diyebilirsiniz. .. Niye olmayacagina dair elinizde cok kuvvetli veriler varsa, soyleyin. Ama, ya olursa... Ki bana cok mumkun geliyor. O zaman ne yapacaksiniz?

Bugun Turkiye'de kamplasan ve bolunen insanlarin da, Turkiye'yi Avrupa disina itmeye calisan, eski bir imparatorluk olmanin bir yaniyla cok gorkemli, bir yaniyla cok zayif mirasina sahip olan bir ulkeye kustahca davranan, isbirligi yerine "basogretmenlik" yapmaya kalkan Avrupa'nin da, Turkiye politikasinda "ikili" oynayip, kurnazlik ettigini sanan Amerika'nin da, Bu senaryoyu bir dusunmesini isterim dogrusu.

Turkiye'de yaklastigi gorulen kanli bir catismanin butun dunyayi yakmasi sandiginiz kadar uzak bir ihtimal degil. Hic unutmayin ki ilk dunya savasi tek bir tabancanin patlamasiyla baslamisti.

17 Ekim 2010 Pazar

Paris Günlükleri _V

Dün bir romantiktim ki beni tanıyanlar bilir bu ayda yılda bir denk gelir, ekinoks gibi ama zamanı belli olmayanından. Önce bir müzikale gittim, tam bir Parizyen gibi. Müzikal eleştirmeni değilim ki size ayrıntılı şöyle bol kaymaklı bir eleştiri yazıyım, güzeldi işte, Emir Bey'in gerilla konserlerinden güzel olmasın :D

Müzikalden sonra dışarı çıktım, soğuk delici bir rüzgar! Aldırmadım yürüdüm Seine boyunca. Yürüdüm, yürüdüm. Pek bişi düşünmedim. Düşünmek istemedim. Romantiktim dedim ya. Pek entellektüel günümde değildim. Çok kolaycık aşık bile olabilirdim. Hahaa inanmazsınız ama olmadım! Seine kenarındaki sahafcıklara takildim epeyce. Eski kitap kokusu beni iyicene aldı götürdü.

Size de oluyordur yahu dimi? Hani böyle çevredeki sesler "mımısjfgişgmdgnhjfljsskhf" gibi gelmeye başlar hiçbir şey duymaz olursunuz, transa geçmiş halinizle dışardan belki de alık bir ifadeyle çevrenize bakarsınız. Oluyor dimi? Olmuyor mu? Olsun lütfen! Çok güzel bir ruh hali o, kimseyi ve hiçbir şeyi sallamayan duyularım beynime bir ziyafet çeker. Ah nasıl desem nasıl anlatsam seviyorum ben o anları. Her şeyle devamlı uyarılmak işkencelerin en fenası aslında. İşte bu dakikalarda, rehabilite hissediyorum bir süreliğine de olsa..

Neyse efendim işte böyle bir ruh halindeyken Seine kenarında hayatımın aşkını bulabileceğimi düşündüm bir an, ama sonra farkına vardım ki çevreme bakıyorum ama görmüyorum. Hahaha romantikken de işe yaramazım :D

İşte böyle güzel romantik günün ardından bir ev partisine gittim. Romantikliğim üstümdeydi ya gün boyunca, duygu serpintileri üstümde duruyordu hala azıcık da olsa. Herkesle muhabbet, gırgır, şamata, hoopp bir duygu bıçak gibi kesti attı o anki mutluluğumu. Hiç beklemediğim bir soğukluk birden başımdan aşağıya doğru süzüldü. Arkadaşlarımı çok özlemiştim. O duygu o kadar sertti ki karnımda bir boşluk, yüzümde bir soğukluk, ellerimde bir soğuk ter hissi... Hay ben böyle özleme diyip hepinize saydım içimden... Hayata geri döndüm 2-3 dakika sonra ama her şey değişmişti, yok aslında ben değişivermiştim, ruh halim değişivermişti.

Ne diyim özlemişim topunuzu! Sevmişim fena topunuzu! Hadi şimdi dağılın! Beni yalnız bırakın!

14 Ekim 2010 Perşembe

Paris Günlükleri _IV

Evet haklısınız sıkıntılı şeylerden de bahsetmek lazım. Çok şey var sıkıntılı..

Ah mesela banka sistemleri beni süründüre süründüre öldürecek, her birisi ayrı bir ömür törpüsü! Bir hesap açtırmak ve kıçı kırık bir çek defteri almak ne kadar sürebilir ki?

Tam "oh sonunda oldu, sonunda kartıma ve çek defterime kavuştum" derken çok hem de çok erken konuştuğunuzun farkına varırsınız, çünkü çek defterinde meğerse ev adresiniz yanlış yazılmıştır, çek defterinin tek işlevinin de ev adresini ifşa etmek olduğunun altını çizeyim!

Sonra beklersiniz bir 2 hafta daha, sonra bir zarf gelir kartınız gelmiştir ve "oley artık kartımı kullanabilirim" derken yine çok ama çok erken konuşmuşsunuzdur, çünkü kartla birlikte gelen şifre çalışmamaktadır. Bir başka 2 hafta daha şifre beklersiniz!

Beklemekten bıkmışsınızdır, ama beklemekten başka bir şey de yapamazsınız! İşte izahı halim!

Bekliyorum, bekliyorum, çünkü burda bir şey yapabilmek için banka kartının olması gerekiyor yoksa metro kullanamıyorsun, telefon hattı alamıyorsun, hiç bişi yapamıyorsun, yaşayamıyorsun!

Bekliyorum, hiçbir şeyi, hem de HİÇBİR ŞEYİ bu kadar beklememiştim. Sabrımın sınırları beni de şaşırttı!

23 Eylül 2010 Perşembe

Paris Günlükleri _III

Biraz da okuldan bahsedeyim. Hep şehir sıkar..

Şunu söyleyerek başlıyım Boğaziçi gibisi yok! Kütüphanesinden manzarasına, kantinlerinden çimlerine, onun gibisi yok! Meğer beğenmediğim yüzüne tükürdüğüm okulum ne kadar güzelmiş, hatta dışardan Maslak iş binalarını andıran New Hall bile!

Bi kere kampüs olmadan üniversite mantığı bana ters(!) geliyor. Eğer üniversitede okuyorsan kampüsün olucak, öyle bina bina biri orda biri burda o ne ayol! Ömrün yollarda! Hiç kampüs sıcaklığı yakınlaşması yok insanlarda, yoldan geçen birileri oluveriyor herkes ders bitince. Kampüs içi koşuşturmacadan uzak. Bir dersten diğerine giderkenki o 5-10 dakikalık kısa konuşmalardan uzak.

Dersler bitince de herkesde bi ders çalışma aşkı! Aman herkes mi inek olur! Allahım kütüphanede yer yok! Zaten kütüphaneleri de küçücük nerde bizim Abdullah Kuran Kütüphanemiz. Bir de utamadan Avrupa'nın 2. en büyük kütüphanesiymiş. Neyleyeyim ben o kitapları eğer kendim gidip göremezsem, dokunamazsam. Yer altında mahzende mi saklıyorlar napıyorlarsa kitapları! Kitaplarında arasında dolaşıp bol bol kitap kokusu çekmek kadar güzeli var mıdır. Kütüphaneye çok öyle boş boş kitaplar arasında dolaşıp kitapları karıştırıp vakit geçirmişliğim olmuştur. Ama burda kitabı istiyorsun 45 dakika sonra mahzenden çıkarıp getiriyorlar sana. Peh, ben arayıp bulmayınca oldu mu yahu!

Nerde kalmıştım? Heh.. Hep ders çalışıyorlar. Şöyle söyliyim biz bu kadar çalışıyo olsaydık Boğaziçi olarak dünyayı yönetirdik. Ama bu kadar çalışıp hiç kayda değer birilerini çıkaramamaları da... Neyse (=

Derslerde herkes bilgisayarlarını çıkarıyor başlıyor not almaya. Ayyh çıldırmamak içten değil. Beni bilen bilir en nefret ettiğim ses klavye sesidir. Derste zilyonlarca klavye şıkırtısı, hepsini hepsini alıp pencereden atasım geliyor. Allahtan benim gibi kalem kağıt sevdalıları da var da, onların yanlarına oturuyorum paçayı kurtarıyorum.

Derslerin zorluğu kolaylığı konusunda pek bişi söyleyemiycem, bence Boğaziçi gibi. Essayler, paperlar, sunumlar, projeler, quizler, her zamanki modern zaman öğrenci işkenceleri, pek bi fark yok.

Kısacası Boğaziçi çok güzel bir okul arkadaşlar tadını çıkarmak lazım.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Paris Günlükleri _II

Şimdi sıra geldi Paris'te buram buram, burcu burcu tarih kokan binalara, sokaklara ve cafélere...

İnsan her yere, her yere yürümek istiyor, o kadar güzel ki sokaklar. Hahah bazen kendi kendime gülüyorum sokaktakiler deli falan sanıyordur büyük ihtimalle. Nedeni de hep kafam yukarıda ilerilerde hiç önüme bakmıyorum yürürken, İstanbuldaki çukurlar olsa şimdiye 10 kere ölmüş ya da sakat kalmıştım diye :D

Adamlar anayurdu demir ağlarla yüz bin kere örmüşler o ayrı, şaka gibi bir metro ağları var. Adım başı metro istasyonu. Ama Paris'in merkezi küçük bi yer. Her yere yürüyebilirsin hiç zorlanmadan. Zaten tarih kokusundan sarhoş sokaklarda baştan başa yürüyebilirim tüm Paris'i.

Yürürken aklıma hep "Allahım şu binaların birinde ben oturaydım, ev derdine düşmeyeydim" ya da " Allahım zengin ve çok uzak bir amcamdan bana son dakikada bir miras kalsın, o mirascık da Paris'in göbeğinde olsun". Çok mu şey istiyorum ayol!!

Her şeye güzel demek çok sıkıcı evet! Kötü olan da çok çok şey var. Onları da sonraya sakladım...

Neymiş: Pariste logar çukurları kapanırmış
Kimmiş: quasimodo çirkin değilmiş

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Paris Günlükleri _I

Vee başladı yeni bir hayat!

Başlaması için bu kadar uğraştan sonra en sonunda Paris'teyim. Daha önce hiç göremediğim bir rüyayı görmenin rahatlığıyla uyanıyorum sanki uykulardan. Nasılsa artık o duygu, nasıl anlatayım ki!! İşte bekler bekler sonra zevk pezevenkliğine dalarsın yaa.. Ahh ahh öyle bir şey şu anki ruh halim.

Biraz bahsetmek gerekir di mi bu kadar gelmişim etmişim. Öncelikle insanlar kaba, soğuk ve umursamaz dememi bekliyorsunuz dimi? Ama demiyeceğim, bilakis! Gelir gelmez (benim şansıma da olabilir) hep hep kibar ve yardımsever insanlarla tanıştım.

Uçaktan indim trene bineceğim, bilet gişesine gittim, ordaki insanların ingilizce konuşmamasında korkuyordum ama "voila" karşımda süper ingilizce konuşan insanlar. Epey muhabbet ettikten sonra biletimi aldım ve trene bindim.

Trenden indikten sonra taksiye binip gidicek olduğum yere doğru yol alacaktım. Yanımda konuşan bir kadın duydum birden. Önce bana söylemiyordur canım dedim sonra bir baktım, gerçekten benimle konuşuyor ve bana yardım etmek istiyor! Bavulunu birlikte indirebiliriz merdivenlerden dedi, tanrım yanlış mı duyuyorum acaba diye düşündüm önce. Sonra teşekkür ederim indiririm ben dedim, yok yok olmaz deyip tuttu indirecek. O sırada bir tane ultra esmer arkadaşlardan (zenci deyince ırkçı hissediyorum kendimi burda) biri gelip bavulu kaptı, bırakın siz indiremezsiniz ben indiririm deyip koca bavulu kucaklayıp indirdi, gözlerimin önünde!!!

Merdivenlerden çıkarirken de bir başka kişi gelip esmer arkadaşa yardım etti, iki kişi çıkardılar bavulu. Sonra kadın (ayy farkettim ki ismini bile sormadım!)benim için telefon edip taksi çağırdı. Benimle birlikte taksiyi bekledi. Ben de düşündüm bu iyiliğin altında kalmamam lazim ama nasıl,havaalanından aldığım 4 paket lokum vardı, onun bir tanesini kadına verdim. Ayy bir mutlu oldu ki!!

Sonra ertesi gün trene binerek banliyödeki evden Paris merkeze inecektim. Bekliyorum, yanıma bir kız yaklaştı, "çok uzun zamandır bekliyor musun" dedi. Ben de "hayır" dedim. Sonra benim yabancı olduğumu anladı İngilizceye döndü, neyse bütün yol boyunca yarı ingilizce yarı fransızca konuştuk da konuştuk. Çok güzeldi. Ben trene binerken bilet alamamıştım, bilet gişelerinde tadilat vardı. Beni biletsiz yakalasalardı epey bi pahalı cezaları var, neyse sohbet ettiğim kız (Marlene)bana kendisinde fazladan bilet varmış onu verdi! (Sibel- evlerinde kaldığım tanıdığımızın- dediğine göre günahlarını bile vermezlermiş kimseye!)ama bana bir bilet vermeyi teklif etti.

Ya çokşanslıyım ya da bana denk gelen insanlar lezbiyendi :D Ama fesat olmak istemiyorum. Bence burdaki insanlar söylenildiği kadar soğuk değiller.

Çünkü en son (yani dün) trene bindiğimde 50 yaşlarında dışardan gayet soğuk görünen bir teyze yanıma yaklaştı, bilet nasıl alıcaz diye sordu. Birlitke ilet aldık, teşekkür etti, yabancı olduğumu anladı (bu aksanla o kadar zor olmuyo anlamak :D), muhabbet ettik. Güzeldi.

Neyse şimdilik insanları hakkındaki düüncelerim böyle ama ben çok şanslı olabilirim. Bir de şöyle bir ayrıntı var ki beni önce Fransız sanıp muhabbete başlıyorlar sonra yabancı olduğumu görünce de ayıp olmasın diye muhabbete devam ediyor olabilirler :D

22 Mayıs 2010 Cumartesi

bırak gideyim, istediğimde döneyim

Fransa'ya gitmek istiyorum bir an önce. Her şeyi arkamda bırakıp gitmek istiyorum. Kimseye hesap vermeden kimseyi düşünmeden.
Nasıl ihtiyacım var buna, nasıl sıkıldım, nasıl yoruldum...

Gitmek istiyorum... Unutmak istediklerimi unutmak, geri geldiğimde hatırlamak istediklerimle devam etmek istiyorum.

Yok olayım her yerde... İstediğimde, sadece ben istediğimde var olayım, tekrar geri döneyim hayata...

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Karışmışsın sen... Düzel de gel!

Son zamanlarda politika okuduğumu duyan herkesin fix soruları "Baykal geri döner mi?" "Dönmezse kim gelir?" "Sence Kılıçdaroğlu çözüm olur mu?" oluyor.

Bi de işin ilginci gayet kendime göre destekli argumanlarımla açıklıyorum ve cevaplıyorum ama yaranamıyorum insanlara. Hiçbir zaman insanlara yaranma ve yağlama gibi bir amacım ve kaygım olmadı ama bir şey soruyorsan eğer önyargısız dinlemek esastır diye düşünüyorum. Aynı fikirde olmak değildir önemli olan aynı saygı seviyesinde olmaktır. Bir de şu var ki farklılıklardır zaten politikayı politika yapan ve onu zenginleştirip gelişerek ileri gitmesini sağlayan. Herkesin farklı çözüm yolları ve cevaplar bulması ve bunları savunmak için hakkı ve sözünün bulunması değil midir demokrasi?

Son zamanlarda demokrasi ile eşleştirdiğimiz kavramlar, uygulamalar ve yaşam ve yönetim biçimleri o kadar yozlaştı ki "korku imparatorluğu" olarak adlandırılan bu sistem kimilerince demokrasi olarak tanımlandıkça daha bizim halk olarak aklımız çooook karışır; ona, buna, hatta şuna laf atar, bi de o lafları atınca adam sayarız kendimizi!!!

Fucker Discoteque

Bu akşam çok sevdiğim ve eserlerini severek desteklediğim arkadaşım Emir Yargın'ın grubu olan The Bananas'ın konseri var Lokal'de. Konserde ayrıca Fucker Discoteque şarkısına klip de çekilecek. Eee artık albümü de çıkacak, hepimiz heyecanlıyız...

Arkadaşıma elimden geldiğince tanıtımını yaparak destek vermeye çalışıyorum. Umarım hakkettiği yerlere gelir çünkü gerçekten kendisi bir müzik dehası!

İyi şanslar Emir...Yolun açık olsun :D
Yaşşah varol!!!

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Daha mutlu olamam

Uzun süredir uyumaya bile zaman bulamamaktan yakınıyorum. Devamlı projeler, paperlar, ödevler, okumalar, sınavlar eeehhhh!!!

Ama yine içimde garip bir mutluluk mazoşist bir duygu var. Yoğunluğum arttıkça aynı anda hem mutsuz hem de mutlu oluyorum. İnanın kendimi ben bile anlamazken sizin anlamanızı hiç beklemiyorum. Savunma mekanizması mıdır nedir bilmem, yoğunlaşıkça ve o işlerimi teker teker halledince kendimi nirvanaya uçuruyorum resmen...

Zaman zaman tam da bir araştırma konusu olabileceğimi falan düşünüyorum. Geçen haftalardaki yoğunluğum nasıl bir dünyaydı belli değil! Sogla için yaptığım proje çok büyük zaman ve emek istiyor. Bir de işsizlik projemiz var ki o daha da emek ve zaman istiyor. Devamlı aklımda o var. Hafta içi derslerden çok bu projeleri düşünüyorum. Ha bir de 80 öncesi MHP projemiz de var ki, evlere şenlik! Projeler vaktimi en fazla alan uğraşlarım oldu bu dönem ama isteyerek yaptığım için aynı zamanda memnun ve mutluyum da.

Bu kadar işin gücün içinde eğlenmeye vakit bulunur mu???
Bulunur bulunur!!!
Bu hafta çok mutlu olduğum iki günü paylaşıyım o zaman. Biri Emir Bey'in leziz Gerilla Konseri diğeri de Burgazada gezimiz.

Cansu, İdil ve Ayşe Deniz'in evinde sevgili Emir Bey grubu harika bir konser verdi. Şarkıları zaten ezbere bildiğim için ben de yer yer eşlik ettim. Nil İpek'in sesini zaten Lemur'dan biliyordum ama böyle çıplak saf bir ses duymak beni çok ama çok etkiledi söylemeden geçemiycem. Beğendiğim nadir kadın vokallerden kendisi.

İlginç bateri kutusu ile Emir Yargın ve beni ikiye katlayan devasa kontrbasıyla Umut Şimşekli veee harika sesiyle yorumladığı şarkılarıyla Emir Aksoy!!! Konser tam anlamıyla mükemmeldi.

A bi de ikramlar ve ortamdan bahsetmek isterim. Ev Etiler'de çok hoş bir daire. Penceresinden bahçeye çıktığında kendini yemyeşil çimlerde buluyorsun. Konserden önce biraz bahçede oturup havanın tadını çıkardık ki hepimizin görünen o ki buna ihtiyacı varmış. Cansu'nun hazırladığı kanepeler, Pınar'ın aldığı Rafaello'lar hepsi de hoop bir varmış bir yokmuş!Ev ortamı sıcacık öğrenci evi konsepti, ev sahibelerinin sıcaklığı ve samimiyeti evi de şekillendirmiş sanki.

Veee Burgazada gezisi.Dilara, Özge, Enis ve benim yolculuğumuz sabah durakta buluşup Kabataş'tan kalkan vapura yetişmeye çalışarak başladı. Ama sabah trafiğini hesaba katmamış olucaz ki kaçırdık. Sonra Bostancı'ya giderek Cansu, Mısra, Umut ve Emir'le buluşmaya karar verdik. Sahilde ince belli bardaklardan çaylarımızı yudumladıktan sonra ada vapuruna binerek Burgazada'ya gittik.

Burgazada gerçekten çok güzel bir yer. Büyükada'nın kalabalıklığı yok, sakin ve kendi halinde bir ada. İnsanları da öyle sakin ve huzurlu ki. Biraz yürüdükten sonra İstanbul'un aksi yönünde Kalpazankaya denilen bir restorant var. Orada biraz dinlenmek için ara verdik ve kalamar yedik. MAzaranın eşsizliği, kalamarın lezzeti, havanın temizliği, ortamın sakinliği, çiçeklerim kokusu, insanların sakinliği... Tam Emir'in şarkısı Cennet Bahçesi (=

Bu hafta çok yoğundum evet ama bir o kadar da arkadaşlarımla geçirdiğim mutlu mesut zamanlarım, anılarım oldu. Belki de hiç çekilmeyecek kadar yoğun ve kötü günler geçiriyorum fakat her şeyi çekilir kılan arkadaşlarım var biliyorum. Şanslıyım sonuna kadar hissediyorum...

5 Nisan 2010 Pazartesi

acı kayıp

Şu anda ders çalışıp inekleyip hayatıma bir yüksek not daha katmak ne kadar zavallı geliyor gözüme. Var olma savaşına çevirdiğimiz okul, sınav, dersane, ÖSS vs başarılarımız ya da başarısızlıklarımız bizi hayatın kendisinden nasıl da uzaklaştırıyor. Yanılsamalarda yaşıyoruz hep birlikte. İzole dünyamızda var olmaya çalışıyoruz, var olmanın bu olmadığını anlamak bile çok zor o küçük "Truman Show" vari hayatımızda. Sanki her şey yapay, her şey amaçsız...

Az önce çok sevdiğim bir arkadaşımın babasının ölüm haberini aldım. Gerçek hayata dönmemi sağladı. Ben napıyorum, nerede yaşıyorum, ne için çabalıyorum, kimim, kim için yaşıyorum?

Saf üzüntü yaşıyorum. Saf üzüntü.Hem Ömer'in babası hem de kendim için...
Onun için...
Hayatını yarıda bıraktığı için...
Kendim için...
Henüz hiç başlamadığım için...
Üzgünüm...

1 Nisan 2010 Perşembe

ders? sınav? o ne?

Ders çalışmamak için sınırlarımı zorluyorum. Daha ne kadar dayanabilirim bilmiyorum. Sınavlar kapıda. Ha gayret biraz daha çalışma diyor içimden devamlı olarak bir ses! Bu ses susmuyor, nefesi kesilmiyor, yorulmuyor, dur durak bilmiyor!!!

Sonunu hayırlı görmüyorum bunun. Müneccim olmaya da gerek yok anlamak için... Meltem olsan anlarsın!!!

27 Mart 2010 Cumartesi

Kofti insan tipi

Yazmassam paylaşmassam olmucak... Söylemezsem dillendirmezsem boğucak beni...

İnsanlar ne kadar küstah, ne kadar kendini bilmez, haddini aşan edalarda, bi b.k bildiğinden emin dolaşır oldu etrafta gerine gerine. Küçük dağları onlar yarattı diye iddialarda bile bulunacaklar yakında.

Sen kimsin? Nesin? Nerden emin oluverdin her şeyi pek çok biliverdiğine? Aman hemencik de çözüvermiş hayatın anlamını, her şeyin neden sonuç ilişkisini. Herkesin akıl hocası olmaya da yeltenmiş. Söylediklerini çürütmeye çalışmalar, iddalı cümle kurma istekleri, off offf hele puslu bakma uğraşları...offff!!!

Evet o küçük insanlardan bahsediyorum. Dünyanın sırrını çözmüş gizemli havalar, aman tanrım harika sorular sordum tripleri, çok güzel espri yapmış olduğunu düşünerek etrafa sırıta sırıta bakmalar. Midem kalkıyor ya. Bünyem kabul etmiyor.

Nefret ediyorum hatta tiksiniyorum sizden. O tepeden bakan bakışlarınız var ya, içini çok dolu sandığınız o bakışlarınız!! Ben onların ne kadar sığ ve boş olduğunu görebiliyorum. Gözlerinizdeki o boşluğu saklayabileceğinizi sanmak, hahah, ne acı. Bana çok bilen havalarında gelip dün akşam ekşi'de okuduğunuz haberleri satmaya çalışmanız… Gözümde değerinizi anlatmaya yeticek bir değersizlik ölçütü henüz bulunamadı.

Gülüyorum içimden siz konuşurken öylesine gülüyorum ki, ne kadar iyi oyuncu olduğuma şaşırırsınız, yüzümde ifadesiz sizi dinliyor olurum çünkü eş zamanlı olarak. Bu sığlığa bu kendini bilmez yorumlara gülünür sadece. Karşındakini hiç bişi bilmiyor yerine koymak, hahahahh, gülünür buna sağlam gülünür... Çoğu zaman dışımdan da gülmeye başlıyorum, çok hoşlarına gidiyor, söyledikleri sözlere, olaylara gülüyorum sanıyorlar. Zavallılar. Ben size gülüyorum, saflığınıza, sığlığınıza...

Evet sizlere idiotik travmatik vakalar!!! Size hayatımda hiç bir komedi filmine gülmediğim kadar çok gülüyorum. İşte bu yüzden beni çoğunlukla gülerken görmeniz normal... Neye güldüğümü tahmin edin bakalım!!!

24 Mart 2010 Çarşamba

purple tear drops of whom?

Academic Dress
In the French academic dress system, the five traditional fields of study (Arts, Science, Medicine, Law and Divinity) are each symbolized by a distinctive color, which appears in the academic dress of the people who graduated in this field. Purple (usually a hue close to Royal Purple) is the distinctive color for Divinity. It is also worn by high academic officials (University President, Head of Faculty, Rector, etc.) regardless of the field in which they graduated.

Calendars
Purple is associated with Saturday on the Thai solar calendar. Anyone may wear purple on Saturdays and anyone born on a Saturday may adopt purple as their color.

Cultural Associations
In Japan, purple is known as the color of death.

History
Byzantine empresses gave birth in the Purple Chamber of the palace of the Byzantine Emperors. Therefore, being named Porphyrogenitus ("born to the purple") marked a dynastic emperor as opposed to a general who won the throne by his effort.

Holocaust
The purple triangle was a Nazi concentration camp badge used by the Nazis to identify several un-orthodox non-conformist religious groups known as Bibelforscher.

Music
"Purple Haze" is one of the most popular songs by Jimi Hendrix.
"Start Wearing Purple" is a song by Gogol Bordello.

Parapsychology
People with purple auras are said to have a love of ritual and ceremony

Science fiction
In the Star Trek universe, Klingons have purple blood

Sexuality
Today the color purple is also known as a "pride" color among the gay and BDSM community and the purple hand is an LGBT symbol

15 Şubat 2010 Pazartesi

hayat

hayat
beni rahat bırak
uzak
herkesten çok uzak

her seferinde ayağımı çelme
üstüme daha fazla gelme
tüm seçeneklerimi yok edip
çemberin içine beni tutsak etme

tuzak
hayal artık kaçmak
tutsak
hayaller burda yasak

aldattım seni derken pişti oldum ben
istemediğim hallere düştüm ben
tesadüflere hiç inanmam ama
her seferinde ağına takıldım ben

hayat
beni rahat bırak
hayat
yeter yoruldum bak

by BDBŞ

10 Şubat 2010 Çarşamba

SOGLA (cont'd)

Evet efenim bugün de bir başka eğitim silsilesiyle tokat yemiş gibi eve döndüm. Zaten gece geç yatma huyum olduğundan sabah erken kalktığım için sabah afyon yüklü olarak kapıdan çıktım. Gittiğimde hala insanları iki görüyordum hatta bir gün önce söz verdiğim poğaçaları unutup giderek Oytun ve Emin Beyleri hayal kırıklığına uğrattım. Ama ben kendimi zor attım buna bile sevinmiştim bundan fazlası benim için insan ötesi bir efor olacaktı.

Neyse saat 9da baslayan eğitimler bugun yine koçluk üzerine idi. Timur Bey koçluk üzerine konuştukça aklımdaki şeyler daha fazla şekillenmeye ve oturmaya başladı. Hatta aslında benim bir hayat amacım bile varmış, Timur Bey'in kısacık bir koçluk simulasyonundan sonra bunu farkettim, açıkcası sevindim. Hayat amacım var yuhu yuhu diyecek kadar evet!!!

Saat 5te biten eğitimden sonra destek grubu olarak seçilen Dijital Servis Timi (sanırım böyleydi ismi :S)olarak 7 kişi toplandık. 4 kişi bilgisayar mühendisi olunca onlar aldılar ellerine sazı söylediler de söylediler ben de böyle durumlarda en iyi yaptığım şeyi icra ettim: dinledim. Heyhat dinledikçe ne kadar az bildiğimin farkına vardım, keza öğrenmek için hiçbir zaman bir çabam da olmadı ama bilgisayar çağı olarak adlandırılan bir çağda yaşarken bundan bihaber olmak da canımı sıkmadı değil. Öğrenmenin yaşı ve yeri yoktur efenim, bu grup sayesinde belki bişiler kaparım.

Eeee peki sen ne diye bu gruptasın hiç bir işe yaramayacaksan diye düşünmeniz şu durumda çok normal. Benim görevim de en iyi bildiğim işi yapmak: blogda yazmak!

Sosyal girişimciliği insanlara anlatmak ve yaymak için yapabileceğim katkı sağlayabileceğim en iyi araç yazı ve bunun en etkin kolu da internet. Dolayısıyla bundan sonra daha sık ve daha çok yazar olacağım. Hiç şikayetim yok çünkü ben kendimi yaza yaza buluyorum, hayatımı yaza yaza tekrar yaşıyorum, yazarak da çevremi anlamaya çalışıyorum. Sogla için de yazarken, yaza yaza Soglayı anlayacağım ve insanlara anlatmaya çalışacağım.

Yazacağım dostum hem de iliklerime kadar, hiç olmadığım kadar...

9 Şubat 2010 Salı

SOGLA

Yeni daha neler girebilir hayatıma ufacık dünyama derken bir başka güzel ve yeni bir ufuk belirdi karşımda. Hep diyorum ya hem mecazi hem gerçek anlamda dünya ne kadar da küçük.(biraz da marazi ama bunun konumla ilgisi yok!)Kendi dünyanın küçük lideri iken bir bakıyorsun ki sen bir hiçsin karşında koca bir buzdağı (bugünkü eğitimden aklımda kaldı). Küçük dünyanın Küçük Prens'isin aslında bikaç tilki evcilleştirmişsin, ya da birkaç baobap budamışsın...

Uzun zaman önce ani bir kararla hayatıma giren SOGLA (Sosyal Girişimci Genç Liderler Akademisi) bana bu küçük dünyamdaki yeri gösterip tahtımı salladı, biraz afallamamak elde değil. Zira küçük dağlarımı ben yaratmıştım, küçük akarsularımın hakimi bendim. Ama şimdi gördüm ki dünyayı büyütmek benim elimde, büyütmek ve güzelleştirmek, hem kendi varlığıma hem de çevremdekilerin varlığına anlam katmak (varlığım Türk varlığına armağan olsun :D).

Bugün ilk eğitim günümüzdü. Eğitimler sabah 9da başlayıp akşam 7de bitti! Çok yüklü bir gündü hele tatil sonrası herkes kepenkleri kapatıp tasını tarağını toplamışken birden ani bir dönüş sarstı herkesi. Koçluk üzerine Timur Tiryaki'yi dinledik uzunca bir zaman. Ardından saat 5ten sonra Erol Bilecik girişimcilik üzerine çok nefis bir sunum yaptı, aslında kendi hikayesini anlattı, biz de hayranlıkla dinledik.

Neyse bu afallama durumuma geri dönersem bence kimse belli etmek istemiyordu fakat herkeste aynı rahatsızlık vardı. Herkeste küçük dünyalarından çıkmanın sıkıntısı, çekingenliği ve heyecanı vardı. Kimi belli etti kimi çok iyi kamufle etti. Hani bir şarkı vardır ya gözler kalbinin aynasıdır, nerden aklıma geldi, şöyle her şeyi kamufle edip saklayabilirsin ama gözlerin her şeyi anlatıverir sen sözcüklere dökmeden. Bugünkü olayda buydu. Gözlerde heyecan ve huzursuzluk...

Bakalım gelecek günlerde gözlerden neler okuyacağım...

19 Ocak 2010 Salı

gizliden

rüyamda saklıyayım seni
şarkılarla sarayım
sigaramı sarayım seni
yaşlarla akıtayım

görmemiş ol beni sokakta
dün cafede yoktum ben aslında
ne de gecenlerde metroda
ne de sabahki vapurda

ne sen gel de
gelmeyeyim ben de
yüzünü görmeyeyim
gizliden seni seveyim

by BDBŞ

18 Ocak 2010 Pazartesi

19 ocak... peki öteki 19 ocaklar?

çok sinirliyim çok.
19 ocak da gelmişken insan özgürlüğü sorgulamadan edemiyor.
özgürlük neydi? hele ki ifade özgürlüğü, nasıl bir şeydi?
*****

yılmaz özdil gibi bolca enter'lı yazı yazmak istemem ama öyle içimden geldiği gibi bir yere yazmam gerekliydi, paragraflar da beni dize getiremezdi.
********

100 yıl yahu. 100 yıl. dile kolay. bir asırı bile geçen bu koca zaman dilimi içinde öldürülen gazetecilerin kaçı aklımızda? yaşımız yettiği sürece de kaçını tanıyor, öldürüldükleri günlerde de kaçını hatırlıyoruz? en son hrant dink vahşetini yaşadık. söyleyecek çok fazla bir şey de yok. aklımda kalan o zavallı adamın yerde yatan cansız bedeni, üstüne serilen birkaç sayfa gazete, ayakkabıları... ne acı, ne üzücü bir durum hem türkiye hem de insanlık adına.
**********
19 ocaktı o gün. yine bugün ifade özgürlüğünün baltalanmaya çalışılmasından bahsedilecek, bir sürü aydın, gazeteci köşelerinde bu insanlık ayıbına yer verecek. e peki sonra? yalnızca hrant dink miydi peki, uğur mumcular, abdi ipekçiler, çetin emeçler, ahmet taner kışlalılar... yaşım elverdiğince hatırımda kalan bu isimler... içimi yakan bu adamlar... sırtından vurulan bu insanlar... onlar mı öldürüldü yoksa özgürlük müydü sırtından vurulan işte ona karar veremiyorum.
*******

ağızlar olmasaydı insanların o zaman, düşündüklerini söyleyemezlerdi, ohh ne güzel. ama beynimiz var ya bu defa, o rahat durur mu, durmaz. işte bu zavallı insanların durmadı o elleri, yazdılar, doğru bildiklerini savundular hep. korkusuzca, "acaba" demeden hiç...

ama bir gün ölümün soğukluğuyla çok haince tanıştılar, azrailleri bu kez insan kılığında gelmişti yanlarına. öyle ya kabahatleri büyüktü: gazeteci olmak... yaşamayı haketmiyorlardı.
*********

sonra... sonrası malum vuruldular, ama unutuldular mı? ASLA! bugün içimde birikenler çok daha fazlasıyken ben yalnızca bu kadarını şuraya dökebiliyor, sonra dönüp tekrar okumak, hiddetimi hatırlamak için böyle bir not düşüyorsam buraya, hayır asla unutulmadılar, unutulmayacaklar!

12 Ocak 2010 Salı

Demlenmiş çay kokulu yazı

Sabah kalkılır eline şöyle ince belli bardaktan, tavşan kanı, sıcacık dumanı tüten mis gibi yeni demlenmiş bir çay....

Ohh ohh efendim içim ısındı. Ah onun içimi ne güzel olur, akarken yavaş yavaş her adımda yeni duygular uyandıran bir yolculuk sanki. Abartmıyorum yahu, severim ben çayı, çay içenleri...

Çay içenlerin muhabbeti de bi güzel olur, bizdendir sanki, samimi. Temizdir duyguları ne düşündüğü söyleyiverir çayını yudumlarken bilir nasıl olsa karşısındaki yatışmıştır her yudumla biraz daha sıcacık çayla.

Ahh hele Bebek Kahve'deysen verdiğin paranın üstüne hakkını çıkara çıkara içersin. Gerçi o manzaraya ayıp etmek olur aksi durumlar da.

Bir de evde canım evimde annemin elinden içtiğim çayın tadı yoktur hiç bir yerde. Mutfağa adımımı atar atmaz kendime gelir, mis gibi kokuyu içime çeker, bir daha öperim annemin pamuk yanaklarından. Annem genellikle şaşırır.Zira sabahları ters olurum genelde, ama çayla yumuşadığımı evcilleştiğimi o da çözdü yıllar sonra...

Efendim hele yanında güzel bir pazar gazetesi, ya da okumaya doyamadığım tekrar tekrar okuyabileceğim kitaplardan biri, ya da annemin ve babamın tatlı tatlı atışmaları varsa o çay benim cennetten gelen kutsal suyum olur..

A şimdi şöyle bir gelenek var çay seven kahve içmez, kahve içen çay içmez diye. Halt etmiş onlar üstüne bir de b.k yemişler. Ben içerim ikisini de tabii çayın yeri her zaman farklıdır. Ama şöyle de bir gerçeklik vardır, çayı güzel yapan aynı zamanda yanındaki hoş sohbet, doyulmaz huzur anlarıdır.

Neyse bi ara çayla birlikte yenilebilecek ya da okunabilecekler listesi yapmak lazım. Aklıma düştü şimdi... Gevrek, peynir ve çay... Neyse onu sonraya saklıyayım, ben çayımı soğutmayayım...

Sicil kaygısı

Hist 241 intro to western european, meditarrenean and islam civilizations diye bir ders alıyorum bu dönem. Çok eğlenceli ve gerçekten de bişiler öğrendiğimi hissettiğim ender derslerden biri. Neyse işte finaline hazırlanıyorum şu aralar malumun final dönemi. Bizans impratorluğunun başlangıcı üzerine bi parça okuyordum ve çok ironik ama bir o kadar da gerçekçi bir saptamayla karşılaştım. Constantine bir pagan olarak ölümüne kadar Hristiyanlığı kabul etmemiş ölmesinden 5 saat önce falan vaftiz edilmiş. Aslında Hristiyanlık fiillerini serbest bırakmış ve Hristiyanlığı tek din olarak da ilan etmiş peki neden kendisi bu kadar zaman beklemiş. Nedeni aslında şimdi bile geçerli olan bir neden.

Şimdi düşünün bi etrafınızdaki hacca gidenleri... İlginçtir çoğu yaşlı dimi? Aslında mantık çok basit diğer tarafa temiz bi sicille gitmek!

Constantine de aynı mantıkla en büyük oğlunu, ikinci karısını elle tutulur bir neden yokken öldürdükten sonra, artık Hristiyan dininin haram sayabileceği bişeyi yapamıyacağı kesinleştiği anda aşka gelmiş Hristiyan oluvermiş.

Ben bu konuda biraz daha farklı düşünüyorum. İnsanların bütün haltı yedikten sonra hacca gidip dua edip temizlendik geldik aman şimdi sütten çıkmış ak kaşığız inançları bana o kadar ikiyüzlü o kadar adi ve iğrenç geliyor ki. (Gerçekten genç yaşta gidip kendini buna adamışlara bir sözüm yok saygımdan başka) O zaman yap yapıcağını her yıl hacca git ne anlamı kaldı, iyiliğin güzelliğin, erdemin sevginin...

İşte asıl metinde de Constantine'nin Hristiyan oluvermesini böyle açıklamış;
It has often been asked why he left this necessary act of Christian commitment so late.The answer is probably so as not to waste the magic of baptism, which washes away sins. An emperor can hardly live a blameless life, and there are many blots on Constantine's record - such as his unexplained execution of his eldest son and his second wife in 326.

A late baptism guarantees a clean record on the day of judgement.

11 Ocak 2010 Pazartesi

hayat bilgisi.4.

Biz insanlar oldukça garip yaratıklarız. Bravo yeni mi farkettin diyebilirsiniz bu yeni farkedilmiş bir olgu değil ki! Fakat son olanlar bir daha gün yüzüne çıkardı ondan söylemek istedim. İlgiye aç insanların etrafına deli gibi saldırma alışkanlıkları beni bildiğin korkutuyor ve düşündürüyor. Bu kişiyle olan bağlarını ileriye götürmeme konusundaki ince çizgiyi korumak çok zor oluyor sen ufacık ilgi gösterdiğinde kanka olabilirsin onun açısından, uzak durunca da komik oluyor keza uzak durmanı gerektirecek bişi de yok. Offf karışık bunlar, ben daha kendimi anlamamışken başkalarını ve karmaşıklığını anlamak çok bunlar bana... Beni aşar, yorar bu mevzular... Kolaysan gel, gerisi zor ve çetrefilli bana.

10 Ocak 2010 Pazar

Retrospective

Bugün yaz okulu döneminde defterime çiziktirdiğim bi yazımı buldum. O zamanlar ne kadar de stress altındaymışım bölüm değiştirme muhabbetlerine, nasıl kendimi yiyip bitirmişim. İşte bu yüzden seviyorum yazmayı neler yaşadığımı görebilmek ve kendime ders çıkarabilmek için. Kendi kendimi eleştirebilmek için...
Yazımı da yazıyım da atılıp gitmesin defterimle birlikte. Aaa sonunu da iconoclasts'a yazabilirim hatta yine yapmışım aynı şeyi o zaman da. Bir şeyi başka bişiyle bağlamassam ölücem sanki..

Contro-maniac

Tüm benliğimi kaplayan, yer yer tüm bünyemi sarsan, varlığı düne bugüne ve yarına olan güvenimi arttıran bir uyuşturucu gibi. Öyle ki her seferinde dozu arttırdığımda daha bi rahatlıyorum fakat sonrası daha bir acı daha bir şiddetli. Her zaman daha fazlasını istiyorum son ve aşırı dozun ölümcül olduğunu bile bile. Delice...

"Her şeyi kontrol edemezsin."
"Senin kontrolünde olmayan şeyler de var."
"Sen sana düşeni layıkıyla yap gerisini oluruna bırak."

Bunları her duyduğumda rahatlamam gerekirken daha bir hırçınlaşıp çirkinleşebiliyorum. Beni yiyip bitiriyor zaman zaman hayatıma yön verenin ben değil başkalarının oluşu.

Bazen bu hırs mı diye düşünüyorum. Hayır. Başkalarının sahip oldukları ya da olmadıkları ya da hayatları beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Ben kendi hayatımla ilgileniyorum ve ona yön veren ben olmak istiyorum. Benim dışımdaki faktörlerin şah-mat yapabilme ihtimalini düşünmek bile istemiyorum.

Bazen çok hırçınlaşıp sevdiğim insanlara zarar vermekten korkuyorum. İçinde olduğum durumu onlara da anlatmaya çalışıyorum. Nasıl bir çıkmazda hissettiğimi. Bu kıskaçtayken içimde karanlık bir başka Meltem'in şekillendiğini hissediyorum vicdanımı susturmaya çalışan. Hep susturuyorum onu, hep kontrol altında tutuyorum. Kendime göre methodlarım var bir şekilde başarıyorum.

Aklıma Atonement'tan bir sahne geldi, kötü tarafım çıldırıp kontrolü ele alıcakken iyi tarafımın viicdanıma seslenmesini simgeleyen;
-Öfkeden ve sinirden deliye dönen,Cecelia'nın kız kardeşine saldırmak için öne atılan Robbie'yi kendine getiren Cecelia'nın o bilindik repliği;

"Come back, come back to me."

9 Ocak 2010 Cumartesi

hayat bilgisi.3.

Yine finaller ve ben daha ne olduğunu, neyin olmadığını anlamadan dönem bitmiş. Zaman zaman hayatımın ve geçen zamanın kontrolüm dahilinde olmaması o kadar çok canımı sıkıyor ki..Ahh ahh olucaksın bir büyücü falan sar dur zamanı istediğin zamana... İşte isabet ki böyle bir gücüm yok yoksa insanların elimden çekiceği varmış anlaşılan. Aman canım benim kim ne kötülüğümü görmüş ki!!!

Yani yine koca dönemi devirmişiz ama ben nedense hiç hatırlamıyorum o geçen zamanları. Sanki dün akşam yatmışım uyanmadan önce de bi kaç rüya görmüşüm silik, belli belirsiz. Şimdi de uyanmamın ardından hayatıma devam ediyormuşum gibi tee zamanlardan zaman önce...

Neyse canım çok deşelemek isterdim bu konuyu ama malum vakit nakittir, hele final döneminde faizleriyle daha da ağır pahada. Bizim zamanlar faiz batağına düşmüş gib, can çekişiyorlar, kıvrım kıvrım kıvranıp can çekişiyorlar da dönüp de bakanı, haline ağlayanı yok... Pehh!!!

6 Ocak 2010 Çarşamba

renk(siz)ler alemi

kargalar her zamanki gibi çirkinlerdi
bülbüller ilginçtir sessizlerdi
bir sendin güzel, bir sendin şen
bir sendin her sabah güzelleşen.

sensiz gökyüzü eflatun,
denizler bir garip sarı,
güneş de üzgün, bir solgun mavi,
baktığım her yüz donuk kar beyazı,
dönmüş kışa unutmuş yazı
içini söndürmüş, küsmüş kırmızı.

renkler sensiz renksiz
unutmuşlar ya da unutulmuşlar
yersiz yurtsuz kimsesiz
ya da hiç var olmamışlar.

by BahseDeğmezBirŞair