19 Ocak 2010 Salı

gizliden

rüyamda saklıyayım seni
şarkılarla sarayım
sigaramı sarayım seni
yaşlarla akıtayım

görmemiş ol beni sokakta
dün cafede yoktum ben aslında
ne de gecenlerde metroda
ne de sabahki vapurda

ne sen gel de
gelmeyeyim ben de
yüzünü görmeyeyim
gizliden seni seveyim

by BDBŞ

18 Ocak 2010 Pazartesi

19 ocak... peki öteki 19 ocaklar?

çok sinirliyim çok.
19 ocak da gelmişken insan özgürlüğü sorgulamadan edemiyor.
özgürlük neydi? hele ki ifade özgürlüğü, nasıl bir şeydi?
*****

yılmaz özdil gibi bolca enter'lı yazı yazmak istemem ama öyle içimden geldiği gibi bir yere yazmam gerekliydi, paragraflar da beni dize getiremezdi.
********

100 yıl yahu. 100 yıl. dile kolay. bir asırı bile geçen bu koca zaman dilimi içinde öldürülen gazetecilerin kaçı aklımızda? yaşımız yettiği sürece de kaçını tanıyor, öldürüldükleri günlerde de kaçını hatırlıyoruz? en son hrant dink vahşetini yaşadık. söyleyecek çok fazla bir şey de yok. aklımda kalan o zavallı adamın yerde yatan cansız bedeni, üstüne serilen birkaç sayfa gazete, ayakkabıları... ne acı, ne üzücü bir durum hem türkiye hem de insanlık adına.
**********
19 ocaktı o gün. yine bugün ifade özgürlüğünün baltalanmaya çalışılmasından bahsedilecek, bir sürü aydın, gazeteci köşelerinde bu insanlık ayıbına yer verecek. e peki sonra? yalnızca hrant dink miydi peki, uğur mumcular, abdi ipekçiler, çetin emeçler, ahmet taner kışlalılar... yaşım elverdiğince hatırımda kalan bu isimler... içimi yakan bu adamlar... sırtından vurulan bu insanlar... onlar mı öldürüldü yoksa özgürlük müydü sırtından vurulan işte ona karar veremiyorum.
*******

ağızlar olmasaydı insanların o zaman, düşündüklerini söyleyemezlerdi, ohh ne güzel. ama beynimiz var ya bu defa, o rahat durur mu, durmaz. işte bu zavallı insanların durmadı o elleri, yazdılar, doğru bildiklerini savundular hep. korkusuzca, "acaba" demeden hiç...

ama bir gün ölümün soğukluğuyla çok haince tanıştılar, azrailleri bu kez insan kılığında gelmişti yanlarına. öyle ya kabahatleri büyüktü: gazeteci olmak... yaşamayı haketmiyorlardı.
*********

sonra... sonrası malum vuruldular, ama unutuldular mı? ASLA! bugün içimde birikenler çok daha fazlasıyken ben yalnızca bu kadarını şuraya dökebiliyor, sonra dönüp tekrar okumak, hiddetimi hatırlamak için böyle bir not düşüyorsam buraya, hayır asla unutulmadılar, unutulmayacaklar!

12 Ocak 2010 Salı

Demlenmiş çay kokulu yazı

Sabah kalkılır eline şöyle ince belli bardaktan, tavşan kanı, sıcacık dumanı tüten mis gibi yeni demlenmiş bir çay....

Ohh ohh efendim içim ısındı. Ah onun içimi ne güzel olur, akarken yavaş yavaş her adımda yeni duygular uyandıran bir yolculuk sanki. Abartmıyorum yahu, severim ben çayı, çay içenleri...

Çay içenlerin muhabbeti de bi güzel olur, bizdendir sanki, samimi. Temizdir duyguları ne düşündüğü söyleyiverir çayını yudumlarken bilir nasıl olsa karşısındaki yatışmıştır her yudumla biraz daha sıcacık çayla.

Ahh hele Bebek Kahve'deysen verdiğin paranın üstüne hakkını çıkara çıkara içersin. Gerçi o manzaraya ayıp etmek olur aksi durumlar da.

Bir de evde canım evimde annemin elinden içtiğim çayın tadı yoktur hiç bir yerde. Mutfağa adımımı atar atmaz kendime gelir, mis gibi kokuyu içime çeker, bir daha öperim annemin pamuk yanaklarından. Annem genellikle şaşırır.Zira sabahları ters olurum genelde, ama çayla yumuşadığımı evcilleştiğimi o da çözdü yıllar sonra...

Efendim hele yanında güzel bir pazar gazetesi, ya da okumaya doyamadığım tekrar tekrar okuyabileceğim kitaplardan biri, ya da annemin ve babamın tatlı tatlı atışmaları varsa o çay benim cennetten gelen kutsal suyum olur..

A şimdi şöyle bir gelenek var çay seven kahve içmez, kahve içen çay içmez diye. Halt etmiş onlar üstüne bir de b.k yemişler. Ben içerim ikisini de tabii çayın yeri her zaman farklıdır. Ama şöyle de bir gerçeklik vardır, çayı güzel yapan aynı zamanda yanındaki hoş sohbet, doyulmaz huzur anlarıdır.

Neyse bi ara çayla birlikte yenilebilecek ya da okunabilecekler listesi yapmak lazım. Aklıma düştü şimdi... Gevrek, peynir ve çay... Neyse onu sonraya saklıyayım, ben çayımı soğutmayayım...

Sicil kaygısı

Hist 241 intro to western european, meditarrenean and islam civilizations diye bir ders alıyorum bu dönem. Çok eğlenceli ve gerçekten de bişiler öğrendiğimi hissettiğim ender derslerden biri. Neyse işte finaline hazırlanıyorum şu aralar malumun final dönemi. Bizans impratorluğunun başlangıcı üzerine bi parça okuyordum ve çok ironik ama bir o kadar da gerçekçi bir saptamayla karşılaştım. Constantine bir pagan olarak ölümüne kadar Hristiyanlığı kabul etmemiş ölmesinden 5 saat önce falan vaftiz edilmiş. Aslında Hristiyanlık fiillerini serbest bırakmış ve Hristiyanlığı tek din olarak da ilan etmiş peki neden kendisi bu kadar zaman beklemiş. Nedeni aslında şimdi bile geçerli olan bir neden.

Şimdi düşünün bi etrafınızdaki hacca gidenleri... İlginçtir çoğu yaşlı dimi? Aslında mantık çok basit diğer tarafa temiz bi sicille gitmek!

Constantine de aynı mantıkla en büyük oğlunu, ikinci karısını elle tutulur bir neden yokken öldürdükten sonra, artık Hristiyan dininin haram sayabileceği bişeyi yapamıyacağı kesinleştiği anda aşka gelmiş Hristiyan oluvermiş.

Ben bu konuda biraz daha farklı düşünüyorum. İnsanların bütün haltı yedikten sonra hacca gidip dua edip temizlendik geldik aman şimdi sütten çıkmış ak kaşığız inançları bana o kadar ikiyüzlü o kadar adi ve iğrenç geliyor ki. (Gerçekten genç yaşta gidip kendini buna adamışlara bir sözüm yok saygımdan başka) O zaman yap yapıcağını her yıl hacca git ne anlamı kaldı, iyiliğin güzelliğin, erdemin sevginin...

İşte asıl metinde de Constantine'nin Hristiyan oluvermesini böyle açıklamış;
It has often been asked why he left this necessary act of Christian commitment so late.The answer is probably so as not to waste the magic of baptism, which washes away sins. An emperor can hardly live a blameless life, and there are many blots on Constantine's record - such as his unexplained execution of his eldest son and his second wife in 326.

A late baptism guarantees a clean record on the day of judgement.

11 Ocak 2010 Pazartesi

hayat bilgisi.4.

Biz insanlar oldukça garip yaratıklarız. Bravo yeni mi farkettin diyebilirsiniz bu yeni farkedilmiş bir olgu değil ki! Fakat son olanlar bir daha gün yüzüne çıkardı ondan söylemek istedim. İlgiye aç insanların etrafına deli gibi saldırma alışkanlıkları beni bildiğin korkutuyor ve düşündürüyor. Bu kişiyle olan bağlarını ileriye götürmeme konusundaki ince çizgiyi korumak çok zor oluyor sen ufacık ilgi gösterdiğinde kanka olabilirsin onun açısından, uzak durunca da komik oluyor keza uzak durmanı gerektirecek bişi de yok. Offf karışık bunlar, ben daha kendimi anlamamışken başkalarını ve karmaşıklığını anlamak çok bunlar bana... Beni aşar, yorar bu mevzular... Kolaysan gel, gerisi zor ve çetrefilli bana.

10 Ocak 2010 Pazar

Retrospective

Bugün yaz okulu döneminde defterime çiziktirdiğim bi yazımı buldum. O zamanlar ne kadar de stress altındaymışım bölüm değiştirme muhabbetlerine, nasıl kendimi yiyip bitirmişim. İşte bu yüzden seviyorum yazmayı neler yaşadığımı görebilmek ve kendime ders çıkarabilmek için. Kendi kendimi eleştirebilmek için...
Yazımı da yazıyım da atılıp gitmesin defterimle birlikte. Aaa sonunu da iconoclasts'a yazabilirim hatta yine yapmışım aynı şeyi o zaman da. Bir şeyi başka bişiyle bağlamassam ölücem sanki..

Contro-maniac

Tüm benliğimi kaplayan, yer yer tüm bünyemi sarsan, varlığı düne bugüne ve yarına olan güvenimi arttıran bir uyuşturucu gibi. Öyle ki her seferinde dozu arttırdığımda daha bi rahatlıyorum fakat sonrası daha bir acı daha bir şiddetli. Her zaman daha fazlasını istiyorum son ve aşırı dozun ölümcül olduğunu bile bile. Delice...

"Her şeyi kontrol edemezsin."
"Senin kontrolünde olmayan şeyler de var."
"Sen sana düşeni layıkıyla yap gerisini oluruna bırak."

Bunları her duyduğumda rahatlamam gerekirken daha bir hırçınlaşıp çirkinleşebiliyorum. Beni yiyip bitiriyor zaman zaman hayatıma yön verenin ben değil başkalarının oluşu.

Bazen bu hırs mı diye düşünüyorum. Hayır. Başkalarının sahip oldukları ya da olmadıkları ya da hayatları beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Ben kendi hayatımla ilgileniyorum ve ona yön veren ben olmak istiyorum. Benim dışımdaki faktörlerin şah-mat yapabilme ihtimalini düşünmek bile istemiyorum.

Bazen çok hırçınlaşıp sevdiğim insanlara zarar vermekten korkuyorum. İçinde olduğum durumu onlara da anlatmaya çalışıyorum. Nasıl bir çıkmazda hissettiğimi. Bu kıskaçtayken içimde karanlık bir başka Meltem'in şekillendiğini hissediyorum vicdanımı susturmaya çalışan. Hep susturuyorum onu, hep kontrol altında tutuyorum. Kendime göre methodlarım var bir şekilde başarıyorum.

Aklıma Atonement'tan bir sahne geldi, kötü tarafım çıldırıp kontrolü ele alıcakken iyi tarafımın viicdanıma seslenmesini simgeleyen;
-Öfkeden ve sinirden deliye dönen,Cecelia'nın kız kardeşine saldırmak için öne atılan Robbie'yi kendine getiren Cecelia'nın o bilindik repliği;

"Come back, come back to me."

9 Ocak 2010 Cumartesi

hayat bilgisi.3.

Yine finaller ve ben daha ne olduğunu, neyin olmadığını anlamadan dönem bitmiş. Zaman zaman hayatımın ve geçen zamanın kontrolüm dahilinde olmaması o kadar çok canımı sıkıyor ki..Ahh ahh olucaksın bir büyücü falan sar dur zamanı istediğin zamana... İşte isabet ki böyle bir gücüm yok yoksa insanların elimden çekiceği varmış anlaşılan. Aman canım benim kim ne kötülüğümü görmüş ki!!!

Yani yine koca dönemi devirmişiz ama ben nedense hiç hatırlamıyorum o geçen zamanları. Sanki dün akşam yatmışım uyanmadan önce de bi kaç rüya görmüşüm silik, belli belirsiz. Şimdi de uyanmamın ardından hayatıma devam ediyormuşum gibi tee zamanlardan zaman önce...

Neyse canım çok deşelemek isterdim bu konuyu ama malum vakit nakittir, hele final döneminde faizleriyle daha da ağır pahada. Bizim zamanlar faiz batağına düşmüş gib, can çekişiyorlar, kıvrım kıvrım kıvranıp can çekişiyorlar da dönüp de bakanı, haline ağlayanı yok... Pehh!!!

6 Ocak 2010 Çarşamba

renk(siz)ler alemi

kargalar her zamanki gibi çirkinlerdi
bülbüller ilginçtir sessizlerdi
bir sendin güzel, bir sendin şen
bir sendin her sabah güzelleşen.

sensiz gökyüzü eflatun,
denizler bir garip sarı,
güneş de üzgün, bir solgun mavi,
baktığım her yüz donuk kar beyazı,
dönmüş kışa unutmuş yazı
içini söndürmüş, küsmüş kırmızı.

renkler sensiz renksiz
unutmuşlar ya da unutulmuşlar
yersiz yurtsuz kimsesiz
ya da hiç var olmamışlar.

by BahseDeğmezBirŞair