31 Aralık 2008 Çarşamba

Yeni yıl mı ??? So what ???

Bir yılı daha bitirip bir diğerini selamlamak, Allahım ben zaman kavramını öğrenemeden ölüp gidicem sanırım. Ne kolay döndü dolaştı bu günler de tekrar yeni yıl oldu?

Bütün bir yıl naptım? Aklımda muamma soruların hiç birini cevaplayamadan bir yılı daha bitirdim. İstediklerimi yapamadıysam ne olmuş yani? Ümidim gelecek senelerde...

So what???...Pink'den gelsin...

25 Kasım 2008 Salı

mayoz mu mitoz mu....

Müjdenin iletisi yeni bir tartışmayı beraberinde getirir...
...Hatalar mayoz bölünürmüş...

''cap ou pas cap'':
mitoz bolunuo olmasın bizim hayatta
MüJde ( ):
çok kolay çabuk ve hızlı dağılıyolar ve hiçbiri diğerine benzemiyo
MüJde ( ):
bence mayoz
''cap ou pas cap'':
ama ondan izler tasıo
''cap ou pas cap'':
aynı hatalar deil zaten birbirine cok benzeyen hatalar
''cap ou pas cap'':
birbirinin parcası hatalar
''cap ou pas cap'':
birleşince yeni sonuçlar doguran hatalar
''cap ou pas cap'':
mitoz bence
MüJde (..):
tartışılası
''cap ou pas cap'':
ewet boş bi vakitte uzun uzun konuşulası

13 Kasım 2008 Perşembe

Paylaş(ama)mak bazen...

Herşeyi, herşeyimi paylaştım seninle
bir tek şeyi bölemedim ikiye.
Git/me !
Şimdi böldüm işte.
Büyük dilim senin, sonraki küçük dilim bana kalsın.
Sevdiğim...
Herşeyim...

İmlasız Hayatın Soğukluğu...

Düşünüyorum şu vakit:
Hangi hayatın içindeyim tam olarak.
Bir korku giriyor içime sonra,
Acaba o dinlediğim imlasız geçen hayatlardan biri mi?
Hayır benimkisi onlardan biri olamaz, olmamalı diye dua ederken buluyorum kendimi.
Tanrım! Hangi hayat benimkisi? içinde duramadığım...
Belki de bir gecenin bin gibi gelmesi tesadüf değildir.
Kimbilir?
Ne kadar çok üstüme geliyorsun hayat bazen!

selam olsun

hey hayata yine hey hey....
var olduğum güne...
yok olup olup tekrar var olduğum günlere....
güneşe, yağmura, buluta, rüzgara...
denize, çiğe, henüz yağmamış kara...
yastığıma, yorganıma, yataktaki sıcaklığa...
hayallerime, rüyalarıma, kabuslarıma...
yeni gelenlerle dolup hep sızlayan beynime...
yeni gidenlerle boşalıp hep sızlayan kalbime...

herkese hey hey...
en çok da kendime...
toy ama olgun bedenime...

26 Ekim 2008 Pazar

hide my ass

can you possibly think that you can cut our connection to our pages. eat our ass. if you can, hide my ass.

15 Ekim 2008 Çarşamba

ontology- epistemology

Sen: Denizatı…
Seni tanımak… seni anlamak … seni sevmek… bazen gülmek bazen ağlamak… ya içinde ya dışında… var olmak ya da gölge… unutmak kalpten ya da sarılmak sıkı sıkıya… kalp sızısıyla dertlenmek karın ağrısıyla gülmek…
Bir albino geçer belki gölgesiyle çapraşık, belki bir deve cüceyle barışık. Ne olursa ki varlığına karşıtlık, sen varsın hepsine karşılık…
Sen Denizatısın… buluşma noktası… çarpışma noktası… sen teksin bir başkası yok… her şeyin zıttı var… ama Denizatının yok…


Ben: Midilli…
Bir ismim daha olsun isterdim bir başka cismim… Bir başka hayat bir başka seçim… Sabiti olanlardansın deneysel hayatımın, demsiz zamanlarımın…Anahtarlar asma kilitler kayıp hayatımda… Açmak için geriye dönemem dar zamanımda... Gelecektedir belki cevaplar aradığım… Katık yapmak için ruhuma…
Büyümekteyim hala, öğrenmekteyim… Zira çok toyum, beceriksizim… Umudum var ama hala… gelir belki geç de olsa ilk cemre... canlandırmaya…uyandırmaya… Ellerim cebimde… Gözlerim ufukta… Med-cezirler bir durulsa… Bi durulsa... Yardımın çok gerek bana... Acele hayatımda… Zira denizde hızlı hareket edemem… bir Denizatı lazım bana…


Biz: Buyuz…
İleride ne var…bilmemek mi bizi cezbeden yoksa bilememek mi… nabız atışlarıyla var olmak hayatımız… düzenli atışlara bağlanmış… ne bir eksik ne bir fazla… durmadan ve nefes almadan…
Dolu dolu yaşıyoruz ya biz de bu yüzden… ne bir eksik ne bir fazla… kadehe dalıyoruz bazen… bazen sayfalara…bazen konuşmaya…bazen sukuta…unutmuyoruz geçmişi…yad etmek şöyle dursun…parola belli Arkana Bakma Taş Olursun… neler var daha açılmadık bekleyen bizi köşe başında…pandoranın kutusunda… ama seviyoruz bu hayatı… bu “ıssız” dünyayı… zira sahipleniyoruz böylelikle…
Çok şey var kanımızdan alınmadık… İçimizden çalınmadık…koruduk yok pahasına… anam avradım olsun almaya çalışana bir de vururum hepimiz adına…

14 Ekim 2008 Salı

serencam 1

Zaman: Dem...
Yine geldi o saatler. kelimelerin seslendiği saatler. gözlerimin yaşlara ayna olduğu. kalbimi cendereye ödünç verdiğim. aklımı dışarıdaki köpeklere yem ettiğim. herkesi daha az kendimi daha çok sevdiğim. kendimden başkasının olmadığı kendimde demlendiğim...

Yer: Kalem...
Kalemim mürekkebi çekti içine. kokusuna ortak oldu. vuslata doğru süzüldü. bir nokta koydu. bir resimdi ortaya çıkan noktalardan. zira çok tanınmadık değildi. azur bir mutsuzluk gözlerde. derin bir anlam onun da içinde. biri görür diye korktuğum. görür de onu da alır diye sakladığım içimde...

Kişi: Ben...
Kulaklarımda uğultu oysaki duymam gerek. daha öğreneceğim çok şey var. zira bu ruh toy daha. daha sürüneceğim çok yol var...

22 Eylül 2008 Pazartesi

Mutluluk

İçimde kontrol edemediğim bir mutluluk var bugünlerde. Nedenini bilmiyorum, ne kadar sürecek bilmiyorum. Kalbimin atışlarını kulaklarımda duyuyorum, heyecanlı bir mutluluk çünkü bu. Devam etmesini diliyorum bütün kalbimle, uzun zamam oldu böyle zamansız mutlulukların var olmadığı hayatımda. Korkum da kalbimin yorulması. Zira kolay değil bu tempoyla çalışması sürekli. Alışkın değil bünye kaldıramaz bir süre sonra.
Ama şimdilik bu korkuları da itiyorum aklımdan. Mutlu olmak güzel. Hele sebepsiz mutlu olmak. Hey hey hey. Mutluluğumu tetikleyen bir şeyin olmadığını bilmek, var olmayan tetikleyicinin de hiçbir zaman kaybolmayacağının garantisi sanki.
İçelim o zaman sebepsiz deli saçması mutluluklarıma =))))

17 Eylül 2008 Çarşamba

itiraf ediyorum...suçluyum

Çok oldu yazmayalı di mi... Yazmayalı mı çok oldu, düşünmeyeli mi, düşünmeyi seçmeyeli mi...Kitaplara dalıp yeni hayatlar aramayı bırakıp gerçek hayata dönmeyeli mi... Gerçek hayatta neler olup bitiyor, bıraktığım izlere dönüp bakmayalı mı, ya da bırakılan izlere...
Niye bu kadar saplantılıyım ki, niye bu uğraş iyileşmemeye. İyileşmek olarak bile görmediğim için belki de... Hastalıklı hayatımda var olmaya alışkınım... Evet, hastalıklı. Mutluluğa ket vurmaya bir hastalıklı hal bu. Ne acınası bakınca böyle, acınası ve ayıplanası. Umrumda değil. Bu benim... Böyle vardım şimdiye kadar bundan sonra da bununla olabilirim ancak hayatta... Saplantılarım ben, ben saplantılarımım...
Ve eksiğim her zaman. Eksikliğimi tamamlayamıyorum, tamamlayacak hiçbir şey, hiç kimse bulamıyorum... Bak en azından bunu denedim bulmayı denedim... Ama yok hep eksiğim istediğim yerde değilim hep geride kalmışım, hep nal toplamışım, önde olanlara hayranlıkla bakmışım... Onlara baktıkça kendi boşluğumu doldurmaya çalışmaya bile hevesim kalmamış... Şimdi düşünüyorum da okumam gereken milyonlarca kitap, izlemem için bekleyen binlerce film, gezmem gereken yüzlerce yer en önemlisi aşmam gereken bir ben var. Aşamadığım benliğim var. Nasıl bir inattır ki bu bilinçüstümde aşmaya çalışırken bilinçaltımda da bir o kadar güçlenen kuvvetlenen sinsi bir yılan... Eksikliğim beni benden soğutan, kalbimde soğuk bir taşla gezmeme neden olan. Bu eksikliği de nasıl tamamlarım bilmiyorum artık, kök saldı ben de nasıl kurtulurum bilmiyorum. Bi yol gösteren olsa belki her şey daha kolay olur daha çekilesi olur. O da meçhul. Daha önce de demiştim ya önceki yazılarımda dünüm muamma şimdi yaşanmış yarınım ise meçhul. Hayatım meçhul.
Bu eksiklikle baş etmekse çok zor, çok ağır... Kimseyi suçlayamamak kadar kötü bişi yok. Kolay yoldur bu kendine küsmemek için başkalarını suçlamak, nasıl rahatlatır insanı belki de yalan olduğunun farkındasındır ama o yalancı rahatlama bile kendine küsmekten iyidir... İşte kendime küsmekten başka bir seçeneğim yoktu benimse. Suç kimindi, suçlanması gereken, görünmez zindanlara atılması gereken belliydi. Bendim. Hala benim. Hep ben olacağım...
Var olduğum sürece orada olacağım... Hiç kimsenin ziyaretini istemiyorum...

1 Ağustos 2008 Cuma

Bir Eflatun Ölüm vardı Sivas'ta, hatırlayanlara...

Ezginin Günlüğü fonda.....bir eflatun ölüm....bir eflatun veda hayata....kalamayanlara.....kal denilmeyenlere......

BİR EFLATUN ÖLÜM
kırgınım, saçılmış
bir nar gibiyim

sessiz akan bir ırmağım
geceden
git dersen giderim
kal dersen kalırım

git
dersen
kuşlar da dönmez, güz kuşları
yanıma kiraz hevenkleri alırım

ve seninle yaşadığım
o iyi günleri,
kötü
günleri bırakırım.

aynı gökyüzü aynı keder
değişen bir şey yok ki
gidip
yağmurlara durayım.

söylenmemiş sahipsiz
bir şarkıyım

belki
sararmış
eski resimlerde kalırım

belki esmer bir çocuğun dilinde.

bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti

değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.

aynı gökyüzü aynı keder.

Behçet AYSAN

bir eflatun ölüm Behçet Aysan'a Sivas'ta Madımak Oteli'nde

YAZMADAN EDEMEDİM

rüzgâr bu şiiri sana götürsün
kâğıttan yaptığım
o işlemeli
kayıklar
fırtınalara
dayanan.
koş rüzgâr koş.

yazmadan edemedim

Behçet AYSAN

28 Temmuz 2008 Pazartesi

(10 kişiyle) yeni bir başlangıç

Yeni bir başlangıça merhaba demek için neler gerek...
İnanç...
Azim...
Gayret...
Amaç...
Umut...
En önemlisi bu yolda yürürken yanında varlığıyla mutlu olabileceğin insanlar...

Bu sene benim için yeni ve heyecanlı oluşumlarla geçecek gibi gözüküyor. Yeniliklere açık olmak denir ya benimki de yeniliklere hazır olmak evresindeydi uzun süredir, açık olmanın ötesinde. Radikal kararları almak çoğunlukla zordur, ya işler yolunda gitmezse ve istediğim gerçekleşmezse... Feda ettiğim şeyleri yapmama, eski hayatıma geri dönmeme imkanım yoksa artık... Ya varsın ya yoksun o çizdiğin hayatta... Ya içindesin o çemderin ya da dışında... İşte aldığım kararlarla ya içinde olacağım çizdiğim hayatın ve geleceğin ya da dışında. İçinde olmak için çok taviz verdim, çok uğraştım. Gerçekleşmesi için hayallerimin daha çok çalışmam gerek farkındayım ama ben seçtim böyle olmasını, bu benim kararım, benim radikal kararlarım...

Bu sene hayattaki varlığımı sorgulamaya ve kendi geleceğim için, ülkemin geleceği için neler yaptığım konusunda hesaplaşmakla geçti. Gerçekten kimse bir şeyler yapamaz mı yoksa olmasını istemeyenler her zmanki gibi diktelrini mi dayatıyorlar...

Ben değişmesini istediğim şeyleri değiştirmek için aldım kararlarımı, öncelikle kendimden başladım işe; zira en başta ben vardım listenin. Olmak istediğim yeri ve ona nasıl ulaşacağıma karar verdim. Yanlış denizlerde boğulmak yazık olurdu, boğulacaksam benim istediğim denizlerde olmalı...

Kendimle işim bittikten sonra bu üniversiteye de gelecek sıra... Oluşumuna bile başlanmamış bir tartışma platformuna merhaba diyecek bu kampüste zamanı gelince. Meyvelerini ben yiyemem belki ama temellerini atarım, atarız hep birlikte benim gibi düşünenlerle... Hep birlikte yön veririz geleceğimize. Bizden öncekilerin yaptığına devam ederek bize dikte ettiklerinin dünyasında değil, bizim karar verdiğimiz bir gelecekte yaşamak için veririz savaşımızı.

Yeni bir başlangıça merhaba demek için neler gerek...
İnanç...
Azim...
Gayret...
Amaç...
Umut...
En önemlisi bu yolda yürürken yanında varlığıyla mutlu olabileceğin insanlar...

İşte bu insanlardan sadece on kişiye ihtiyacım var şu anda, sadece on kişiye değişiklere doğru yürümek için...

26 Mayıs 2008 Pazartesi

"büyük düşler"

Şimdiye kadar iki kişiyi sevdim ya da sevdim sandım bilmiyorum...Üçüncüyü görmeken korkuyorum yine mi, yine mi...Korkuyorum bu sefer de yarı yolda bırakılmaktan...Düş görmüş misali tam yarısında uyarılmaktan...Egolarının tatminiyle biten sevgilerinin kurbanı olmaktan...Sert ve mert olmayı marifet bilip sokak karılarından daha dönek olmaları görmekten...Aşkın öldüğü yerde öylece kalakalmaktan...Ve terkedilmekten...

Biliyorum korkunun da ecele faydası yok, bu sefer diyorum Allahım bari bu sefer bir şans tanı bana, bir şans sadece bunların "büyük düşler" olmadığını görebileceğim bir şans...

22 Mayıs 2008 Perşembe

Yazmasam delirecektim!!!

''cap ou pas cap'':
tek özleyen sen değilsin
MüJde:
ben kayboldum zaten bende
''cap ou pas cap'':
senleyim, şansımız artmış
MüJde:
bulabilsem bi kendimi
''cap ou pas cap'':
kaybolursam ...
MüJde:
diğer beni arayacağım başka bedende
MüJde:
bulabilsem bi türlü bulamasam başka türlü
''cap ou pas cap'':
bulursan göster göremezsen unut
MüJde:
unut demek kolay
MüJde:
söz dinlemeyen asi bir ruha ne diyebilirsin ki
MüJde:
en iyisi ıslahtan ziyade
MüJde:
eğitmek aşkı düzgün öğretmektir bu hoyrat yüreğime
''cap ou pas cap'':
asilik ruhta değil sözlerde cevabın kaosun dili misali
MüJde:
oyhhh
MüJde:
bittiiim andır

....
MüJde:
kelebekleri vurmak gelmezdi içimden hiç
MüJde:
bu kadar düşman olmam nedendir
MüJde:
kelebeğin ömrü ne kadar ki zaten
MüJde:
nedir bu düşmanlık
MüJde:
anlasam
''cap ou pas cap'':
kime neye olduğunu bilmemendir senii düşman yapan her şeye hatta kendine bile
MüJde:
hata hata hata her yerde
MüJde:
doğru kimde nerde
MüJde:
bende değil o bi kesin de
''cap ou pas cap'':
senin kendine bile uzak olmandır hata yaptığı düşündüren yaptığının hata değil seni sen yapanın olduğunu bilemmendir
MüJde:
oy oy oy
MüJde:
yavaş gel bee
MüJde:

''cap ou pas cap'':
bugün cok pis yazasım var
''cap ou pas cap'':
rapor yazıyom ya edebileştim
MüJde:
yaz yaz
''cap ou pas cap'':
yazmasam delirecektim!!!

20 Mayıs 2008 Salı

beni bu güzel havalar şahetti (mahvetmedi:]...)

İstanbul'u etkisi altına alan sıcak hava dalgasıyla son derece mutluyum ben. Tabi ders çalışma isteğimi ortadan kaldırdığı için biraz da küskünüm bu havalara.Ama olsun varsın açsın çiçekler uçsun kelebekler ve ben de ders çalışamayayım ne çıkar ki... Zaten çalışamama sebebim havalardan ziyade göklerdeki kelebeklerin yanısıra karnıma da istila eden kelebek akını olabilir, itiraf ediyorum:) Neyse başıma bu da mı gelecekti diye sorguladım ama bunun boş olduğunu gördüm. Hayat bizim planladığımız gibi gitmiyor malesef. Malesef mi dedim aslında iyi ki biz planlayamıyoruz hayatı. Aksi takdirde ne monoton ne düzenli ve ne kadar bunaltıcı bir yaşamımız olurdu. Düşünmesi bile korkunç... Ve bundan sonra hiçbirşeyi uzun uzadıya düşünmeme ve tartıp biçmeye son vereceğime dair kendime söz veriyorum. Ne demiş büyük düşünür Sezen Aksu ve çok sevgili Ceza: GELSİN HAYAT BİLDİĞİ GİBİ, İŞİMİZ BU YAŞAMAK!
Ben ne dersem diyeyim bir şeyler benden üstün, benden güçlü ve ben ona karşı koyamıyorsam bu kez teslim olmalı ve yaşamam gerekeni yaşamalı, çekmem gereken acıyı (eğer varsa) çekmeliyim hatta bu yüzden ağlamalı ve kendi kendime dövünmeliyim. Ama şimdilik hiçbirşeyi planlamıyorum ve daha ufukta bile belirmeyen bir geminin içindeki yolcu sayısını hesaplamayacağım, çünkü o gemi mutlaka bir limana yanaşacak. Söz veriyorum kendime: biraz plansız, belki hatalı ama kendiliğinden gelişen olaylara yer vereceğim hayatımda...

11 Mayıs 2008 Pazar

boşa harcadığım zamanlar...

Son bir haftadır yıllardır neler ve kimler yüzünden boşa vakit harcadığımın farkındayım.Neler çekmişim ben, nelere boş yere üzülmüşüm, kendimi yıpratmışım onu farkettim.Biraz geç oldu belki ama şimdi yüzümde bir gülümseme varsa olsun diyorum çok da geç kalmış sayılmam mutlu olmak için.Tabi her zamanki gibib temkinli oluşuma ben bile sinir oluyorum. Hep acabalar var kafamda. Hiç inanmazdım tesadüflere.Tesadüf diye birşey yoktu benim için. Birşey olacaksa olurdu olmayacaksa da uğraşmak didinmek nafileydi.Ama yaklaşık 1.5 ay önceki yaşadığım bir olay yüzünden şimdi yüzümde durduramadığım bir gülümseme var:) Aslında ben sevmeyi bilmiyormuşum onu anladım, yazık.Yıllardır saplantı halinde yaşadığım bir duygudan kurtulmanın huzurunu yaşıyorum diyebilirim. Benim için sanki O'ndan başka biri olamaz gibi geliyordu ama iyi ki de O olmamış zaten olamazdı.Keşke ilk'im olsaydı diye düşünüyorum bazen ama çok üzülürdüm onun yüzünden eminim. Kompleksli biri tehlikeli ve acımasız olabiliyor çünkü.
Ve o rastlantı...Hiç ummadığım bir şekilde bu kadar iyi, düşünceli, kibar vs... biriyle karşılacağımı söylese birisi güler geçerdim, asla inanmazdım.Bir raslantı insanı ne kadar mutlu edebilir ki??? Bilmiyorum bekleyip görmek istiyorum çünkü mutlu olmak istiyorum.Aksini düşünmek üzüleceğimi hesaba katmak istemiyorum çünkü haketmediğim şeyleri yaşarsam dayanamam. Tedirginim, mutlu olmak üzereyim, kalbim farklı atıyor, içimde tarif edemediğim birşeyler oluyor, sanki bir kuş kanat çırpıyor(çok klasik belki ama en yakın tanım bu sanırım).
Bana "farklısın" diyen biri daha...Ama bu kez daha çok heyecanlandım ,önemli olan zaten ne kadar içten söylendiği,inandırılabilirliği...
"Güven"mek...İhtiyacım olan şey tam da bu belki...Bir sıcaklık, ellerimi ısıtacak bir el,ben konuşurken gözlerimin içine bakıp kaybolan bir çift göz...Bilmiyorum "güven"mek istiyorum sadece...

10 Mayıs 2008 Cumartesi

nedir insanların benden çektikleri!!!

Son yolculuğumda farkettim ki bende var olan ve yenmesini asla beceremeyeceğim bir önyargı sistemi var, gördüğüm insanlara karşı oluşturduğum. Bu öyle aman bu zengin, bu ezik, bu inek, bu köylü gibi basit bir taksonomi değil, daha detaylı ve gözleme dayalı... Birbirinin aynısı gibi gözüken fakat detaylara indikçe değişen, bireyselleşen özellikleriyle bir gruplandırma... Böyle anlatınca sanki çok uzun ve zor bişi gibi duruyor ama değil, sadece bazı şeylere dikkatli bakmak ve nasıl bakacağını bilmekte saklı önemli olan noktalar. Kimse insanlar biletlerini nasıl uzatıyor diye bakmaz insanlara ya da muavinden bişi rica ederken yüzünün ne hal aldığıyla ilgilenmez. Benim becerim sadece insanlara baktığımda bir-iki saniye içinde insanların davranışlarındaki detayları görebiliyor olmam...

Daha otobüse binmeden bir önyargıyla başlıyorum yolculuğuma bazen, otobüsün modelinden! Modele bakarak yolculuğun iyi geçip geçmeyeceğine karar veriyorum, güzel geçecekse bile ben kötü geçeceğine karar verdiğim için kötü gitmesine koşullanıyor sanki ve tahmin edin yolculuğun akıbetini...

Onlarca otobüse bindim bu yaşıma kadar, yüzlerce insan "tanıdım". Niye belirttim bu kelimeyi? Çünkü... evet kendimce tanıdım, tanımaya çalıştım yollarda insanları. Onları kah uykularında gördüm, kah yemek yerken kah televizyonu dikkatle izlerken. Ya da bilgisayarıyla uğraşırken ya da bir kitap veya dergi okurken...

Onlar hep farklı uğraşlarla yollardaydılar bense hep aynı önyargıyla oradaydım. Her gördüğüm insana yakıştırdığım bir sıfat vardı nasıl olsa. Oysaki o insanların hiçbirini tanımıyorum. Dış görüntüleriyle tasarladığım kalıplara oturtup daha sonra inceleyerek nasıl birileri olduğunu anlamaya çalışıyorum. Şimdi böyle anlatınca bütün yolculuk boyunca milleti dikizliyormuşum gibi anlaşılabilinir ama öyle değil. Onları saatlerce incelemek değil, benim bahsettiğim şey şu ki, bir insanı ilk gördüğümde bir kalıba oturtuyorum, tiki, çok bilmiş çocuk, ters amca, dedikoducu teyze falan filan.. İkinci basamak ise onların otobüs içindeki davranışlarına göre nasıl insanlar olabileceğini tahmin etmek ve bu insanlara karşı bazen sahip olduğum önyargılar..

Mesela son yolculuğumda, Ankara'dan İstanbul'a gelirken, yanımda bütün yolculuk boyunca uyuyan bir kız vardı. Onu görünce ilk edindiğim izlenim çok sessiz ve içine kapanık biri olduğuydu... Bu önyargıyla başladı yolculuğumuz... Otobüse bindiğimiz andan itibaren uyuyan bu üniversite öğrencisi olduğunu düşündüğüm kız, İstanbul'a yakınlaşınca uyandı ve kitap okumaya başladı, kitap kendini gerçekleştirme ve kendini tanıma üzerineydi bu önyargımı daha da güçlendirdi. Kitabı zevkle okumadığını görmek sanki onu zorla başka birilerinin zoruyla okuyormuş izlenimine kapılmama neden oldu. Kitabı tutuşundaki ellerinin isyanı buna bir kanıttı sanki, kitabı kavrayarak değil sanki her an elinden düşecekmiş gibi, isteksizce tutuyordu sanki.

Şimdi düşümdümde otobüse binmeden önce bir uyku ilacı alsam iyi olacak. Yolculuklarda uyuyamamak akıl sağlığım için pek hayırlı olmayacak anlaşılan!!!

23 Mart 2008 Pazar

"mış" gibi yaşamak

Bir yazı okudum bugün internette. Severim başka blogları da okumayı, yazdıkları üzerine düşünmeyi. Yine işte böyle neler yazılmış bugünlerde diye bakınırken bir yazı dikkatimi çekti. Dilimizdeki yozlaşmadan bahsetmiş. Yozlaşma derken çok da derinlere inmiş diyemem, sadece Boğaziçi eksenliydi bu yazı. Hepimiz biliyouz ve kabul ediyoruz ki, Boğaziçi ingilizcesi denen bir olgu var. En milliyetçisi ya da en gelenekçisi bile bunu kabul ediyor ve onlar da kullanıyor, kullanmak zorunda kalıyor. Neyse işte dilimizdeki yozlaşmadan bahsederken insanı gruplara ayırmış. İngilizce kullanımı mecburiyet haline gelmiş durumlar olduğundan, bazı kelimelerin artık yer edinmiş olduğunu ve ona karşılık gelen kelimeleri söylediğimizde aynı anlamı ifade edemediğimizden bahsediyor. Ayrıca bir grup insan daha var ki onlar da tabiri caizse özenti diye atfettiğimiz kişiler, onlar da kendini ortalama insandan bir anlamda ayırmak için kullanılır hale gelmişler bu ortaya karışık dili, ana menüde Türkçe, İngilizce soslu bu dili...

İlk grup kişilerin hayatlarının bir parçası olmuş, gayet normal bir fenomen haline gelmiş olduğundan bahsetmiş. Ayrıca bundan bahsederken Türkiye'nin coğrafi konumundan kaynaklanan, "doğu-batı" sentezinden kaynaklandığını, bu ikilemde fazlaca kalanlar olarak, böyle sorunlar yaşadığımızı belirtmiş.

Şimdi geldi benim ne düşündüğüme... Bence bu konu yani Boğaziçili olma durumu biraz abartılıyor. Tamam bazı şeylerin yerini Türkçe karşılıkları tutmuyor ama her hatırlamadığın kelimenin İngilizcesini söylemek ne kadar bu yukarıda bahsettiğimiz kriterlere uyuyor. Kendinizi Türkçe çok iyi şekilde ifade edebilecekken nedir bu İngilizce karşılığını söyleme alışkanlığı. Mesela, "ben iki yer arası devamlı gidip gelen araç" desem "shuttle" yerine bana ağzınızı bırakıp başka yerlerinizle gülmeye başlarsınız. Ya da "article" demek sanki "makale" yerine geçmiş ve makale dediğimde bilimsel bir yanı değil de gazetelerdeki makalelerden bahsediyormuşum gibi geliyor insanların aklına. Bunlar işte bize Boğaziçi'nden geçen kültürler ve birikimleri.

Peki, her şeye üstünde düşünmeden aklımıza hangi dildeki karşılığı gelirse onu söylemek ne kadar doğru, ne kadar kabul görülesi bişi? Bence bu düşünme tembelliği kaynaklı bişi, düşünmek istemiyoruz aklımıza geldiği gibi biran önce mesajımızı karşımızdakine aktarmak istiyoruz. Bu aktarım yeterli diyoruz, hangi dilde nasıl olduğu o kadar da önemli değil. Karşımızdaki anlıyor ya kendimizi yormaya, zorlamaya ne gerek var, öle değil mi?

Sonra da buna türlü kılıflar uyduruyoruz. Yok Türkiye doğu-batı köprüsü, bu yüzden de köprü görevinde iki kültürün de dillerinden parçalar içeriyor, yok Türkçe yabancı kökenli kelimeleri karşılamaya yeterli değil, yok Avrupa dillerinde bilmem kaç sözcük var oysa Türkçe'de bilmem kaç gibi çok bilmişlerin anlamsız iddiaları...

Konuya hakim olmadan konuşmak bizim milletçe sevdiğimiz bişi zaten. Öle ahkam keseriz ki...İki, üç etraftan, gazeteden, televizyondan ne duyarsak çok biliyormuşuz gibi satmaya kalkma alışkanlığımız yok mu...

"mış" gibi yapma alışkanlığımız bizi toplum olarak daha nerelere sürükler bilmiyorum ama ben de başladığım konudan uzaklaşarak sizi sıkmadan konuyu bağlayayım. Bu "mış" gibi yapma kültürümüzle bağlayabilirim belki. Çünkü bu sorun birçok başka sorunlara da ön ayak oluyor. Okumuş gibi yapıp okumadığımız bir kitabı eleştiririz, seviyormuş gibi yapıp sevmediğimizi söyleyemeyiz, gazetelerden duyduğumuz şeyleri, başkalarının sözlerini kendimizinmiş gibi orda burda anlatmaya kalkarız...Daha neler, neler...

Bunun sonu yok ama bu bahsettiğim de başka bir "mış" gibimiz. Boğaziçi kültürünün bir sonucuymuş gibi gösterip düşünme tembelliğimizi saklamaya çalışmak.

10 Mart 2008 Pazartesi

özlemimi yitirmektir acı veren

Özlem... En çok tecrübe ettiğim duygulardan biridir. Devamlı bir özlem duygusu kalbimde, devamlı bir şeyleri özleme hazırlığındayım sanki. Manzarada çay içerken Kordon'u; içki içerken babamı; yağmur yağarken yatağımı; bulut varken güneşi; hatta incir yerken cevizi bile özleyebilirim.

Bazen de neyi özlediğimi bilmeden bir hüzün doldurur içimi, nedeni ve etkileyen bir etkeni olmamasına rağmen. İlginçtir ki ben bu özlemi de çok severim. Özlemeyi severim. Özlediğim zamanki o hüzün bile bir zevk verir bana. Bu ne şimdi mazoşistlikten başka diyebilirsiniz ama öle değil. Acı çekmiyorum hatırlayınca sadece bir gülümseme beliriyor dudaklarımda ve seviyorum bu özlem duygusunu ve getirdiği hüznü. Eski günler rücu olunca, şu anki beni oluşturan bu anıları hatırlayıp da özlem duyunca, aslında o günlerden duyduğum özlemi kendimde bularak özlemimi bastırıyorum. Düşünüyorum ki bu özlemini çektiklerim zaten içimde bir yerde benle birlikte, zaten bıraktıkları izler benle birlikte, ki unutulamayıp özlem duygusunu tetikleyebiliyorlar. Hala benle birliktelerse o zaman korkmama ve acı çekip üzülmeme gerek yok diye düşünürüm. Bende varlıklarını bilerek garip bir hüzünle gülerek özlem duyuyorum.

İşte bu acı çekmeden anıları yad etme, belki de bu kadar güçlü bir hafızaya sahip olma sebebimdir. Devamlı hatırlama isteğimdir. Anılardan, acı çekmekten korkup unutmaya çalışsaydım, işte o zaman böyle bir hafızaya sahip olur muydum işte orası koca bir soru işareti. Devamlı bir güncelleme söz konusu sanki beynimde. Devamlı neler yaşadığımı, bana eskileri hatırlatan şeyleri yapmaktan zevk alıyorum ve bu döngüyü sağlıyorum bir anlamda. Ben onları tetikliyorum, o anılar da gün ışığına çıkıp unutulmaktan kurtuluyorlar. Unutulmalarına engel oluyorum. Hatta buna bir isim bile buldum "hafıza-çemberi".

Özlem duymak değil, özlemimi yitirmek acı verir bana. Tek başıma kaldığımı hissetmektir bir anlamda çünkü, geçmişimi silmektir, beni ben yapanları yok etmektir. İşte bu benim için acıların en büyüğüdür, benim gibi hayallerde ve anılarda yaşayan biri için.

Hatırlıyorum çünkü özlemini çekiyorum, üzülmüyorum çünkü hep benle birlikteler ki o yüzden hatırlıyorum.

12 Şubat 2008 Salı

Büyü bu ötesi yok!

İstanbul’a dönmeden bir hafta önceydi. Bizim bağa gittik. Hava o kadar güzeldi ki. Nasıl anlatılır, nasıl dile getirilir o manzara. Rengin hangi tonundan, kokunun, sesin hangisinden başlamalı. Hala aklımda öylesine canlı ki. Yapılacak tek şey vardı bu manzara karşısında, kalemi kâğıdı alıp yazmalıydım. Haksızlık olurdu aksi. Bir rahatsızlık duydum içimde, ona gereken saygıyı göstermediğim için bana küsecekmiş gibi duruyordu karşımda. Müthiş bir manzara gördüğünde dayanamayıp fırçayı, tuvali kapıp resme başlayan ressam misali tutamadım kendimi. Tutmak da istemedim. Ben hissettim, o düşündü, tarttı, biçti ve yazdı. Ben kurgulamadım, o buldu sözcükleri, elime hangi kelimeleri yazacağına dair komut bile vermedim. Alışmıştı o, bulurdu, bilirdi en iyisini.

İşte o gün kalemimden defterimde bir ressamın tuvalinde bıraktığı izler misali bıraktığı izler;

Ne bu yeşili gördüm daha önce, ne de maviyi… Dürüst olmak gerekirse görmüşümdür. Ama hatırlayamıyorum. Sıfır noktası, sanki öncesi negatif, yok, silinmiş, yok edilmiş. Güzel ve iyimser bir şey yok gibi. Öncesini bir kalemde sildi sanki. Sesler, bu kulağıma gelen kuş sesleri, tüm insan seslerine bedel, en iyi insanınkine bile. Toprağın, yeşilin, havanın kokusunda ilginç bir şey var. Evet, anladım, bu ahenkte bir büyü var. Evet, öncesini unutturan, daha öncesini yaşanmamış kılan.
Rüzgârın saçlarımdaki ufak dokunuşları, kokusunu yaymak istercesine yavaş ve nazikçe savurmaları, bunlar normal olamayacak ve bir tesadüf zincirlemesini oluşturabilecek kadar olağanüstü. Bu havada bir büyü var, insanı öncesini ve sonrasını görmek istetmeyecek kadar sarıp sarmalayan bir büyü.

Güneş battığında büyü üstümden kalktığında her şey bitmişti. Geçmişim aşikârdı, geleceğim malum, şimdi ise yaşanmıştı. Evet, artık büyü kalkmıştı. Yeni günler vardı önümde büyünün bile düzeltemeyeceği. Belki de benim büyüm hiçbir şeyin değişmemesiydi. Her şeyin aynı olduğu gibi kalması, düzenin hiç değişmemesiydi. Değiştikçe değişmenin verdiği huzursuzluğu biliyorum.

Hele şu sıralar insanların kafasındaki bir bez parçasının bu kadar huzursuzluğa yol açması. Yok, hayır, değişmesin, hep aynı kalsın, 1923’den bu yana olduğu gibi, değişmeyen bir tek o kalsın. Büyü bozulmasın, sonra göreceklerim, hissedeceklerim hiç hoşuma gitmeyecek, biliyorum. Ben bu büyüyü seviyorum.

30 Ocak 2008 Çarşamba

DENGELİ OLMAK SORUNSALINA CEVAP

Dengeli olmak sorunsalı demişsin arkadaşım ama bu sorunsal sana ait bir olgu değil onu da biliyor olman lazım. Bu senin dengeli yapından ama kaderin cilvesi olarak tanıştığın kişilerin bir o kadar dengesiz olmasından kaynaklanan bir sorun. Senin dengen, bir var olma çabası değil, bir benimsetme yarışı değil, sen de olan onlarda olmadığı için dengelerini altüst edecek bir erdemin var senin: gururun… Evet, onun da dediği gibi seni diğerlerinden farklı kılan bu. Dozunu ayarlayarak asla vazgeçmediğin gururun.

Sana bir şey daha söylemeliyim ki, sevmek gururunu çiğnemek değildir. Seni seviyorum demek gururunu hiçe saymak değildir. Saygınlığını kaybetmek, üstünlüğünü kaybetmek değildir, asıl seni büyüten ve saygın yapan bu sevgidir. Klişe deme, küçümseme… Şimdiye kadar seni herkesten farklı kılan ve belki de seni herkesten koruyan gururun, yerini sevgiye bırakıyor arkadaşım. İşte bu yüzden denge sorunsalı sanıyorsun bunu, ama aslında gurur yerini sevgiye bırakarak, seni koruma ve farklı kılma görevlerini üstleniyor.

Bu dengesizlik değil, değişimin ta kendisidir. Değişim huzursuzluğu getirir ve huzursuzlukla başa çıkmak hiç de kolay değildir. Bu sancılı dönemi en az zararla kapatabilmek için bir savaştasın, farkındayım; en az zarar için illa bir taraf arama arayışındasın ama bu iki taraf da kendinsin işin kötü tarafı da bu. Bir kazanan taraf olacak ama kaybeden de yine sen olacaksın. Biraz daha açık konuşmak gerekirse; gururunla ya da sevginle savaşıyorsun fakat şunu unutmaman gerekir illa birisinin üstün olması gerekmiyor, birinin var olması diğerinin yok olması gerekliliğini doğurduğu yalan. Değişiyorsun, gururunun yanına sevgi de yerleşiyor, ona yer aç, gerisini de oluşuna bırak. Savaşma artık acaba hangisi diye, ikisi de sensin önemli olan bu…

29 Ocak 2008 Salı

dengeli olmak sorunsalı...

Bazen fazla mantıklı olmak iyi değil gibi.neden mi?neden niçinleri çok fazla düşünmek sonuçta "elde var hüzün "e neden oluyor. test ettim gördüm:) ben her an birini bir tek kişiyi düşünmekten alıkoyamıyorsam kendimi artık inkar etmiyorum ben aşığım arkadaş. Ama benim onu düşündüğüm kadar onun beni düşünmediğini bilmek de ayrı bir hüzün silsilesine boğuyor beni.Tüm bunları düşünürken farkettim ki ben aslında Nietzsche'nin etkisinde biraz fazla kalmışım. Çünkü bir aşamadan sonra anlıyorum ki ben sevileni değil; sevmeyi seviyorum. O da diyor ya: "Biz arzulanana değil arzulamanın kendisine aşığızdır." işte aynen böyle benim durumum da.
Ben herşeyi çok coşkulu kıyasıya yarışanlar gibi sonuna kadar yaşamayı sevenlerdenim.Bu iyi ya da kötü orası tartışılır ama durumum bu:) Birisinden o diye bahsedeceğim..O bana çok farklı olduğumu söylüyor, benim diğerlerinden farklı olduğumu tekrarlıyor defalarca ki buna artık ben de gerçekten inanıyorum. Ben farklıyım. Ama hemen sonra benim daha iyilerine layık olduğumu söyleyebiliyor.Bu nasıl iş ya? diyorum ben de...Allahım bu nedir yani ne ne ne ???
Sevmeyi ben bilmiyorum diyorum sonra ,ister istemez buna karar veriyorum.Ve korkarım bir daha kimseyi böylesine sevemem gibi geliyor.Kim beni bir daha bu kadar heyecanlandırır ve kimin yüzünden günlerce gözüme uyku girmez, giremez bundan sonra...Her msj sesini böylesine heyecanla karşılar mıyım acaba? Hiç sanmıyorum...İşin bir başka boyutu da var ki (olmaz olası):GURURUM...Belki yersiz ama illa ki ve de ille de o gururum yok muuu...
Böyle tuhaf hissiyatlar içindeyim işte.Bu kadarı benim küçük yüreğime fazla, ne yaşadım ki ben şimdiye kadar, ne sığdırdım şu 20 yıllık hayatıma, bu heyecanı, bu sevilmeyi ve sevmeleri kaldırır mı saf kalbim? Ama şimdiden söyleyebilirim ben çabuk yorulurum çabuk kırılırım ey aşk... Bakma sen benim o umursamaz, herşeyle dalga geçen yanıma; aldırma o her daim gülen yüzüme. Ben çok üzülürüm aşk;acı bana...Küçücük yüreğim var benim,yenilirim sana, başa çıkamam senle, herkesi herşeyi alt ederim ama bir sana yenilirim AŞK bir sen yıkarsın beni,karşı koyamam sana.....O yüzden lütfen lütfen beni bana bırak,küçücük dünyamda huzuru çok görme bana olur mu?

bir parça huzur ...ama nerden kimden nasıl??

ilk yazım bu..dışarıda yağmurun olması belki beni buna zorlayan belki de birkaç saat sonra yola çıkacak olmam; bilmiyorum bu ara beni neyin mutlu ettiğini gerçekten bilmiyorum.Ne mutlu eder ki insanı??Arkadaşlarla bir gezi, tüm ailenin toplandığı bir bayram günü, herkesin tırstığı bir sınavdan alınmış AA , birini sevmek sonra sevilmek....ya da sadece yağmurda yürüyüp o muhteşem kokuyu içinize çekerek yürümek? bunların hangisi ya da hangileri insanı mutlu eder sorusu kafamda dönüp dolaşıyor son birkaç haftadır.Dışarıdan bakıldığında son derece mutlu görünüyorum belki, art arda patlattığım espriler belki de bu iç dünyamı gizlemek için..aslında çok elim bir vaziyet içinde değilim ama yalnız kaldığımda fazlaca kafayı takıyorum böyle şeylere sanırım.bir derdim mi var acabaaa??zaten olsa tutamam içimdeeee demiş ünlü büyük grubun solisti harun:))ne de güzel demiş!!! blogumuzun da amacı içimizden geçenleri dışarı akıtmak değilmiydi zaten canım arkadaşım bad-ı saba:)neyse bu ilk yazım biraz giriş gibi oldu devamında -eğer okuyan olursa- insanları ve benm gibi düşünenleri nelerin beklediğinde bir işaret vermiş olayım:))esen kalın, içinizdeki seslere de fazla kulak asmayın derim!!!!

14 Ocak 2008 Pazartesi

Yeni bir karar zamanı

Ne desem, nerden başlasam... Şurdan başlanabilir belki de Bugün Benim Doğum Günüm... Birileri için bişiler ifade ediyor olmam gerçekten çok önemli benim için ve bugün bir defa daha farkına vardım bunun. Tüm herkese çok teşekkür ediyorum yanımda oldukları için, yalnız olmadığımı hissettirdikleri için. Hep birlikteyken herşey çok güzel geliyor ama yalnız kalınca...

Her doğum günümde olduğu gibi bu sefer de yine bir dilemma silsilesi altında, bilmezlere doğru haydi bakalım demiş gibiyim. Soğuk bir duvara dayalı sırtım önümde ateş ısınmaya çalışıyorum, sırtım üşüyor, ürperiyor, ellerim sıcak. Kalbim ısınsın mı ellerimden gelen sıcaklıkla, yoksa üşüsün mü sırtımdan gelen ayazla kararsız. Kararsızz... Karar vermek bir yana bu duruma o kadar alıştım ki artık sanki bu ikilemin varlığı benim varlığım demek, istemiyorum bile diyebilirim bu durumdan kurtulmak. Ama yeni kararlar alma vaktidir artık. Nereye kadar dayanabilir ki bu ikiye ayrılmış hayatım. Ya soğuk ya sıcak... Ya soğuk ya sıcak. Bir karar verme vakti artık. Ya soğuğun tüm benliğimi kaplamasına izin vermek ya da tüm damarlarımda,varlığımda sıcaklığı hissetmek.

Ben artık ısınmak istiyorum...
Çok üşüdüm ateş ısıtmıyor beni, ısıtan birilerini umut ediyorum...

5 Ocak 2008 Cumartesi

Serendipity!!!

Tesadüfler...Tesadüf diye bişi var mı? Elbette var diyeceksiz, ama ben tam tersini iddia ediyorum. Tesadüf diye bir şey yoktur! Varsa bile hayatta her tekrarlanan olay tesadüf değildir. "Tesadüf"e verilmesi gerekilen bir saygı vardır, o saygı da birden fazla gerçekleşen her olaya "tesadüf" dememektir.

Biriyle karşılaşmayı örnek verirsem, birisini ilk defa görmek hiçbir şey ifade etmez çoğumuz için, o da gördüğümüz diğer insanlardan sadece birisi olur, ayırt edici bir özelliği yoktur. Benim için de öyle sayılır... Peki ikinci defa gördüğümüzde? Herkes tesadüf olduğunu düşünür, ikinci defa görmenin bir anlamı olduğunu bile düşünebilir. Peki ya ilk olay, yani ilk karşılaşma, peki asıl sebep oysa? O ilk hazırlıyorsa yavaş yavaş temelini ikinci gerçekleşmenin?

İkinci defa gerçekleşen bir olayın, hiç kuşkusuz ilki de vardır ve bu ilk de ikincinin bir anlamda nedenidir bana göre. Bu böyle devam eden bir neden ve sonuç döngüsüdür. Tesadüfün, tesadüf olabilmesi için olma ihtimalinin %10'dan fazla olmayan bir olgunun tekrarlanması gerekir ki, işte o zaman kaderin oyunuyla karşılaşıp, hiç olmayacak birşey oldu diyebiliriz. Hayatınızda hiç görmediğiniz birini iki defa (ya da daha fazla) çok farklı yerlerde görmek, hiç görmediğiniz bir ayrıntıyı, bir simgeyi, bir işareti çok farklı yerlerde, farklı kitap veya dergilerde görmek tesadüftür, hatta "serendipity"dir. Ve bunlar basit alelade tekrarlar değildir bence, görene ya da bilene işaretlerdir. Onu aramıyorken, başka şeylerle uğraşırken hiç ummadığınız bişiyle karşılaşmak, hiç ummadığınızı bulmaktır ellerinizde.

Benim hayatımda bir defa gerçekleşti böyle bir şey, bir daha olur mu meçhul... Böyle olağanüstü şeyler her zaman olmuyo hayatta...